You are here
Beynelmilel: Baharı Karşılamak
Utku Kızılok
1980 öncesinde işçi sınıfının yükselen devrimci mücadelesi öylesine bir etki yaratmıştı ki, ne roman ne şiir ne tiyatro ne de sinema bu etkinin dışında kalabilmişti. Sanat ve edebiyata can veren de, onun içeriğini belirleyen de, yükselen devrimci mücadeleydi. Lakin 12 Eylül 1980 faşizmiyle birlikte örgütlü işçi sınıfı ağır bir darbe yedi ve sınıf hareketi geri çekildi. İşçi sınıfının devrimci balyozunun basıncı altında sol bir kabuğa bürünmüş Türkiye entelijensiyası da, devrimci basıncın etkisinden kurtulunca tez zamanda büründüğü kabuğu yarıp küçük-burjuva özünü dışa vurdu. Sınıf mücadelesinin geriye çekilmesiyle mücadele saflarını terk etti. Nedamet getiren ve ruhunu burjuvaziye satan bu küçük-burjuvalar, devrimci ve örgütlü mücadeleye kara çalmayı da kendilerine iş edindiler. 12 Eylül sonrasının sanat ve edebiyatına damgasını basan şey umutsuzluk ve karamsarlıktı. Kendi acılarını toplumsal kurtuluş mücadelesinin yerine geçirenler, toplumu, ne denli acı çektiklerine tanıklık etmeye çağırıyorlardı. Yapılan filmler, sahnelenen oyunlar, yazılan romanlar ve şiirler nedamet getirmenin arzuhaline dönüştü. 2000’li yıllara böyle gelindi. Bu yıllar içinde, 12 Eylül faşizminin topluma giydirdiği rejimi cepheden karşısına alarak sorgulayacak neredeyse tek film yapılmadı. Son senelerde yapılan birkaç filmse, ya devrimcilerle dalga geçerek mücadeleyi aşağılıyor ya da ortada kalmışlığı veyahut pişmanlığı haklı göstermeye çalışıyordu. Böyle filmlerden sonra Eve Dönüş ve Beynelmilel gibi, faşizmin karanlığına bir nebze de olsa ışık tutan filmlerin yapılması oldukça sevindiricidir.
Beynelmilel’in senaristi, filmin iki yönetmeninden birisi olan ve aynı zamanda filmde oyuncu olarak da yer alan Sırrı Süreyya Önder. Önder, 1980 darbesinden sonra yaklaşık 8 yıl faşizmin hapishanelerinde yatmış. Belki ki film, Önder’in yaşam öyküsünün bir parçası. Nitekim film, Önder’in memleketi Adıyaman’da geçiyor. Film, Adıyaman’da gevende denen ve esas olarak çalgıcılıkla yaşamlarını kazanan insanların üzerinden açılıyor. Beynelmilel, faşist rejimin toplumu nasıl bir cendereye soktuğunu, baskı ve kaba zorbalığın toplumsal yaşamın her alanına nasıl sindiğini trajikomik bir dille anlatıyor. Fakat her ne kadar filmde komedi öğesi öne çıkıyor ve sürükleyici bir unsura dönüşüyorsa da, esasında film bir trajedi. Kahramanların yaşamındaki trajedi ile filme konu olan olayların gelişmesiyle yaşanan trajedi iç içe sunuluyor. Ancak daha baştan söylemek gerekirse, yönetmenler, yaşanan trajedilerden çıkış yolunu filmin sonunda oldukça anlamlı bir mesajla gösteriyor. Devrimci mücadeleye ve devrimcilere küfür etmiyor; solu övüyor ve mütevazı bir şekilde de olsa safını net bir biçimde ortaya koyuyor.
Sene 1982. Faşist rejim öylesine bir pervasızlık içindedir ki, akla gelebilecek hemen her şeyi yasaklamıştır. Askeriyenin çalgıcıların eline tutuşturduğu yasaklar listesinde Lorke gibi en bilinen halk türküleri bulunmaktadır. Kuşkusuz bu halk türkülerinin Kürtçe sözcükler içerenleri, ekstra bir tehlike barındırdıklarından, daha bir yasaktırlar! Ancak yaşamın canlılığı ve renkliliği, faşizmin karanlığında bile kendi alanını yaratır. Faşizm tüm hayatı donuk kışla kuralları çerçevesine sığdırmaya çalışıp da bunu başaramayınca, ortaya hakikaten de komedinin egemen olduğu tablolar çıkar. Filmin yönetmenleri, ortaya çıkan bu komik durumlar aracılığıyla, faşizmle ve onun kışla düzeniyle inceden inceye alay ediyorlar.
Darbe sonrasında tüm pavyonlar ve eğlence yerleri kapatılır. Haliyle gevendelere de, ekmek parasını, gizlice düzenlenen eğlencelerde çalıp söyleyerek kazanmak düşer. Bir gün, bir muhbirin ispiyonlaması sonucunda çalgıcılar askerin düzenlediği ani bir baskınla “ele geçirilirler”! Muasır medeniyetin timsali ordunun subayları tarafından aşağılanıp horlanırlar ve içeri tıkılırlar. Çalgıcılara, daha sonra, askeri bir orkestra kurmaları ve kendi enstrümanlarını bir kenara bırakarak Batı enstrümanlarını çalmaları emredilir. Kurulacak bu orkestra, şehre gelecek olan Milli Güvenlik Konseyi üyelerini marşlarla karşılayacaktır. Bu arada, ne nota ne de söz konusu enstrümanları çalmasını bilen çalgıcılar, eldeki yegâne üniformalar olan temsili düşman (Fransız) kıyafetleriyle askerileştirilirler. Bilahare önlerine çalacakları marşların listesi konur. Ancak zavallı müzisyenler ne yapacaklarını bilemezler ve kendilerine bir hayli garip gözüken enstrümanlardan yine bir hayli garip sesler çıkarırlar. Ama yine de onlardan gereken marşları çalmaları istenir.
Bu ve devam eden sahneler, baskıcı ve tepeden modernleşmeci Kemalizmin ne olduğunu da çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Bilindiği üzere bu topraklarda halk kitlelerinin katıldığı veya katılmasına izin verildiği bir devrim yaşanmadı. Burjuva cumhuriyet, Osmanlı’dan gelen asker-sivil bürokrasinin önderliğinde tepeden kuruldu ve halk kitlelerinin inisiyatifi boğuldu. Bu devletlû elitler, ulus-devleti nasıl tepeden inşa ettilerse, beğenmedikleri, hor gördükleri cahil halk kitlelerini de öyle tepeden “modernleştirmeye” çalıştılar. Çıkartılan yasalarla bir gecede sarığın yerini şapka aldı ve bunun adına da “şapka devrimi” dendi. Kendi yaşam tarzını zorla halk kitlelerine dayatan ve modernleşmeyi kılık kıyafete indirgeyen Kemalist biçimcilik, filmde gayet güzel işleniyor. Orkestra Eskişehir marşını çalamasa da Enternasyonal’i çalmaya başlamıştır, ama enternasyonalin ne demek olduğunu zerrece anlamayan muasır medeniyetin timsali komutan, modern gözükmedikleri için çalgıcılara saç sakal tıraşı yaptırır. Askeri elbise giydirilen ve bir de saç sakal tıraşından geçirilen gevendeler şimdi muasır medeniyet yolunda tam anlamıyla modernleşmişlerdir!
Gevendeler üzerinden açılan filmin öyküsü, Haydar’ın şehre gelmesiyle doğrudan politik bir boyut kazanır. Kendisi de bir gevende olan ve üniversitede okuyan Haydar, tatilini geçirmek üzere Adıyaman’a gelir. Haydar üniversitede devrimcileşmiş ve Dev-Genç dergisi okuyan bir gençtir. Konseyin gelmesini protesto etmek amacıyla bir şeyler yapmak isterken, darbe sırasında toprağın altına gömülen kitaplar ve plaklar arasından çıkan bir plak ona esin verir. Plakta Enternasyonal’in Fransızcası yer almaktadır. Konsey üyeleri alana geldiğinde Enternasyonal çalmaya başlayacak ve böylece cunta protesto edilmiş olacaktır. Haydar marşı kasete çekmesi için Gülendam’a verir. Haydar’a aşık olan ve kaymakam olma hayalleriyle üniversite sınavlarına hazırlanan Gülendam, orkestra şefi Abuzer’in kızıdır. Gülendam ilk devrimci eğitimini de Haydar’dan alır. Gülendam Enternasyonal’i kasete çekerken eve gelen babası, yükselen Enternasyonal marşına tabiri caizse daha ilk anda vurulur. Abuzer’in kızına ne dinlediğini sorması üzerine Gülendam, babasının tepki vereceğinden korkarak, “hani Mozart falan var ya onun gibi bir şey, konusu baharı karşılamak, beynelmilel bir şey işte” cevabını verir. Oysa Abuzer kızdığından sormamıştır bu soruyu. Çalan her ne ise onu derinden etkilemiştir.
Abuzer, ertesi gün, “orkestra” çalışmalarını yaptıkları kışla odasında kemanıyla Enternasyonal’i çıkarmaya çalışır. Ne çaldığını soran arkadaşlarına da “baharı karşılamayı, kuşları filan anlatıyor, beynelmilel bir şey” karşılığını verir ve kendi bestesi olduğunu söyler. Bunun üzerine “orkestra”nın diğer üyeleri de çok hoşlarına giden Enternasyonal’i çalmaya başlarlar. Enternasyonal gerçekten de onlara baharı, yeşillikleri, çiçekleri ve kuşları hatırlatmaktadır. Enternasyonal’in ne olduğunu bilmeyen bu emekçilerin, bilmeden ve farkında olmadan, içgüdüsel bir itilimle Enternasyonal’den bu şekilde söz etmeleri oldukça manidardır. Esirler dünyasını uyanmaya çağıran, sınıfların ve sömürünün olmadığı yeni bir âlem kurulmasını talep eden Enternasyonal, işçi ve emekçi kitlelerin bir bahar sabahı (18 Mart 1871) burjuvaziyi alaşağı edip iktidarı ele geçirdiği Paris Komünü için bestelendi. Sözleri bir sanayi işçisi olan Eugene Pottier’e aitti. İlerleyen yıllarda ise Komünist Enternasyonalin marşı olarak kabul edildi.
İnsanlığı toplumsal kurtuluşa çağıran Enternasyonal’i, yine toplumlar için kara kıştan çıkış manasına gelen bahar imgesiyle özdeşleştiren gevendeler, marşı Konsey’i karşılarken çalma kararı alırlar. Böylece Haydar’ın yapmaya çalışıp da aksilikler yüzünden yapamadığını farkında olmadan onlar yapacaklardır. Kuşkusuz Haydar’ın bundan haberi yoktur, olduğunda ise iş işten geçecektir. Konseyin karşılandığı alanda Enternasyonal çalmaya başladığında, o mutlak kudret sahibi faşist generaller neye uğradıklarını şaşırırlar. Güya büyük bir komplo söz konusudur! Silah sesleri gelmeye başlar ve meydan birdenbire savaş alanına döner. Buna karşın orkestra, faşizmin “façasını” bozan Enternasyonal’i çalmaya devam eder. Gevendeler kendilerini öylesine kaptırmışlardır ki, ancak kafalarına silah doğrultulduğunda ne olup bittiğini anlarlar.
Film süresince pek çok ve hepsi de önemli olan ayrıntı gözlerden kaçmıyor. Ama bazıları ayrıntıdan öte bir tutumu ifade ediyor. Sorguya alınan Abuzer’e Enternasyonal’i çalmalarını kimlerin öğütlediği, bu marşı nereden öğrendikleri sorulur. Abuzer durumun ciddiyetini ancak o anda kavrar ve kızına işkence yapılmasını önlemek için marşı kendisinin bestelediğini söyler. Bu tutum, kendi kızına işkence yapılmasını önlemeyi içermez sadece; kendisine baharı, karakıştan çıkışı ve yeniden doğuşu hatırlatan Enternasyonal’i bir emekçi olarak sahiplenmeyi, onu kendisinin bir parçası olarak görmeyi de içerir. Faşizmin iş başına gelmesiyle feleğini şaşıran, devrimci ve örgütlü mücadeleden kaçan, bir gecede dönekleşerek liboşlaşan ve burjuvazinin sıcak köşelerinde yerlerini alan o koca koca partilerin liderlerine gevende Abuzer önemli bir ders vermektedir.
Filmin sonunda görüyoruz ki, teslim olmama tutumunu Abuzer’in kızı Gülendam da devam ettirir. Kamera, gökyüzünün sisten gözükmediği bir sanayi bölgesinde, devasa büyüklükte fabrikaların üzerinde bir gezinti yaptıktan sonra bizleri, bir gecekondudaki Gülendam’ın yeni yaşamına götürür. Belli ki Gülendam kaymakam olmamış ve bir işçi olarak kalmıştır. Objektiflere yansıyan vitrindeki Marksist kitaplardan da anlaşılmaktadır ki Gülendam, sevgilisi Haydar’ın öldürülmesine ve babasının işkencede katledilmesine karşın mücadeleden kopmuş değildir. Filmin böylesi bir mesajla son bulması kuşkusuz oldukça anlamlıdır.
Marx’ın dediği gibi, “toplumdaki egemen fikirler egemen sınıfın fikirleridir.” Önceki toplumlarda olduğu gibi kapitalizmde de geniş kitlelerin bilincine egemen olan fikirler sömürücü sınıfların fikirleridir. Elbette işçi sınıfının örgütlü bir güç olduğu ve sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde burjuvazi fikirlerini dilediğince egemen kılamaz. Bunu yapabilmesi için sınıf hareketine ağır bir darbe indirmesi gerekir. İşçi sınıfının her türlü örgütünü dağıtan ve bilinç aktarma kayışlarını kopararak tarihsel hafızayı silen 12 Eylül faşizmi böyle bir darbeydi. Faşist rejim, ifadesini “bananecilik”le de bulan korkutulmuş ve atomize edilmiş bir toplum yarattı. Böyle bir topluma doğan işçi emekçi sınıfların çocukları, kendi sınıflarının mücadele mirasından tamamen habersiz büyüdüler. Faşist rejimin çizdiği toplumsal çerçeve, burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda genç kuşakları yoğurdu ve bilinç ve kişiliğini dilediğince şekillendirdi.
İşte yıllar sonra 12 Eylül faşist rejiminin bu tarz filmler vesilesiyle sorgulanması ve burjuvazi tarafından silinen tarihsel hafızanın geçmişten film kareleri aktarılarak tazelenmesi oldukça önemlidir. Shakespeare, “koca bir ateş yakmak isteyenler, cılız saman yığınlarını tutuşturmakla işe başlarlar” demişti. Umarız bu filmler cılız saman yığınlarını tutuşturur ve devamı gelir. 70’lerdeki devrimci mücadeleyi, 12 Eylül faşizmini ve Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşı her yönüyle ele alarak işleyecek filmlerin yapılması, tarihsel hafızanın genç kuşaklara aktarılmasında büyük bir rol oynayacaktır. Geçmişte, sanat ve edebiyatın içeriğini toplumsal bir içerikle belirleyen, işçi sınıfının yükselttiği devrimci mücadeleydi. Bugün de sinema, tiyatro, şiir ve romanı yeniden toplumsal bir içerikle belirleyecek ve faşizmin sorgulanmasında bir araca dönüştürecek faktör, devrimci mücadelenin yükseltilmesi olacaktır. İşte o vakit, yakılan cılız saman yığınları işçi sınıfı önderliğinde kapitalizmi yakacak büyük bir ateşe dönüşecektir.
Umut