You are here
"Dünyayı Sarsan On Gün"
Akın Erensoy
Bolşevik iktidarından hâlâ bir serüven olarak söz edenler var. Evet bu bir serüvendir ve insanlığın bugüne kadar giriştiği serüvenlerin en büyüğüdür. Bu, emekçi yığınların önünde tarihe geçen, geniş ve basit istekleriyle her şeyi saran bir serüvendir. (John Reed)
1917 Ekim proleter devriminin üzerinden tam 85 yıl geçti. Bu yıllar içinde insanlık tarihi sayısız olaylara, devrimci gelişmelere ve toplumsal altüst oluşlara tanık oldu. Ancak tüm yaşananlar proletaryanın siyasal iktidarıyla sonuçlanmadı ve insanoğlu hâlâ kapitalist sömürü mekanizması altında kendi doğasına yabancılaşmış bir yaşam sürdürüyor. Geride bıraktığımız 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, ilk muzaffer proleter devrim dünya devrimine genişleyemedi ve proletaryanın siyasal iktidarı içeriden, bürokratik karşı-devrimle son buldu. Dünya proleter hareketinin üzerine bir karabasan gibi çöken Stalinizm, Marksizmi tahrif etti ve onu bürokratik sınıfın ideolojisini oluşturmakta bir araç olarak kullandı. Bu ideolojinin alamet-i farikası olan tek ülkede sosyalizm ya da ulusal solculuk, dünya işçi sınıfının bilincini hâlâ bulandırmaya devam ediyor.
1990’larda bürokratik despotizm çözülüp dağıldığında dünya işçi sınıfı ve devrimci hareketi üzerine büyük bir enkaz çökmüştü; bu enkaz ne yazık ki daha kaldırılmış değil. Devrimci Marksistler emperyalistlerin dünyayı kana bulama öngününde, Marksizmi Stalinizmden arındırmaya ve yeniden ayakları üzerine dikmeye çalışıyorlar. Bu çaba teorik düzlemde olduğu kadar pratik-politik düzlemde de böyledir. Yani bu ideolojik-teorik mücadele örgütsel ifadesini de bulmak zorunda. Çünkü sorun bir kez daha komünist bir enternasyonalin örgütlenmesidir.
Bugün, insanlık komünist bir enternasyonal önderliğin ihtiyacını daha fazla duyuyor. Arkada bıraktığımız 85 yıl içinde İkinci Emperyalist Dünya Savaşına, onlarca yerel savaşlara, askeri darbelere ve milyonlarca insanın ölümüne şahit olduk. Dünya emperyalist tekeller tarafından yeniden paylaşıldı; Alman, Japon, İngiliz, Amerikan ve Fransız kapitalistlerinin çıkarları için milyonlarca emekçi birbirini boğazladı. Fakat sermayenin tekeller düzeyinde yoğunlaşması durmadı ve tekeller arası rekabet tüm dünya pazarları üzerinde kızışarak devam ediyor. Şimdilerde yeni bir emperyalist savaş olasılığı ile karşı karşıyayız.
Dünya işçi sınıfının emperyalist savaşa karşı tavrının ne yönde olması gerektiği sorusunun cevabı, 1914’te, yani Birinci Dünya Savaşının öngününde alınan tutumlara bakmakta yatıyor. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşında Bolşeviklerin aldıkları tutum, 1917 Ekim Devriminde oynadıkları rolün temellerini oluşturur. Ekim Devrimiyle işçi sınıfı Bolşeviklerin önderliğinde siyasal iktidarı feth etti ve dünyanın paylaşımına girişmiş kapitalist sınıfı Rusya’da alaşağı ederek savaşın gidişatını değiştirdi. Ekim Devriminin hemen sonrasında Avrupa’da devrimci ortamlar baş gösterdi; işçi sınıfı silahları Rus işçi kardeşlerinin iktidarına değil kendi burjuvalarına çevirdiler. Ama ne yazık ki oralarda devrime önderlik edebilecek Bolşevik bir parti ve iktidarı almaya hazırlanmış işçi örgütleri yoktu.
Şunu anlamak gereklidir ki, modern burjuva çağında devrimci bir önderlik olmadan proleter sınıf mücadelesi asla ve asla başarıya ulaşamaz. Dünyanın gidişatını değiştiren Ekim Devrimini tarihsel bir devrim yapan, Bolşevik tipte devrimci bir önderliğin var oluşudur. Bizi, 85 yıl sonra Rus devriminin gelişimine bakmaya ve Bolşeviklerin rolünü anlamaya iten neden de budur.
Savaş ve devrim
1914 Temmuzunda, savaşa günler kala Petrograd sokaklarında barikatlar yükseliyordu. Yüz binlerce işçi şalterleri indirmiş ve greve çıkmıştı. Çarlık hükümeti onlarca işçi önderini ve sosyalist milletvekilini tutuklatmış, sürgüne göndermiş, ama yine de işçi hareketinin önünü alamamıştı. 1914’ün Ocak ayında grevci işçilerin sayısı 1 milyon 450 bin olarak hesaplanmıştı. Grevler giderek siyasal bir içeriğe bürünmüş ve Çarlığın temellerine yönelmişti. Denilebilir ki, Rusya’da devrim başlamıştı. Fakat savaş geldi ve milyonlarca işçinin bilincini uyuşturan ulusal duygunun hortlamasına neden oldu. Avrupa’da işçi yığınları burjuvaziyle savaşmayı bir kenara bırakarak, “vatan savunması” ya da “ulusal çıkar” adına kendi egemen sınıflarının arkasında saf tuttu.
Dünya proletaryasının önderi ve umudu olan II. Enternasyonalin merkezi partisi Alman Sosyal Demokrat Partisi (SDP), 4 Ağustosta Alman emperyalizminin savaşa girmesini sağlayan savaş kredilerine onay verdi. SDP’yi diğer partiler izlemekte gecikmedi. II. Enternasyonal partilerinin kendi kapitalistlerinin yanında yer alması dünyanın her yerinde işçi sınıfını başsız bırakıyor, dağıtıyor ve birbirlerini boğazlamaları için cephelere sürüyordu.
Aynı süreç Rusya’da da işledi. Bolşevikler hariç tüm partiler burjuvazinin peşine takıldılar. Milyonlarca işçinin politik grevi devrimci bir duruma evrilemeden durduruldu. Ancak bu sadece devrimin gelişiminin ertelenmesiydi. Savaş[1] Rus devrimini hızlandırmakla kalmadı, keskinleştirdi; sömürülen yığınları politikleştirdi. Proleter ve yoksul köylü kitleleri 1916’ya gelindiğinde gerçeği tüm çıplaklığıyla görmeye başladılar. Bu konuda Troçki şu tespitte bulunur: “Savaşın devrime iki yönlü etkisi oldu; önce devrimci hareketi keserek yavaşlattı fakat sonradan devrime büyük hız verdi.”[2]
1914’te savaş başladığında Rusya 15 milyonluk bir yığını asker kaputu içinde silahlandırmıştı. Ancak Rus asker gücü eğitilmemiş, savaş makineleri yenilenmemiş, onarılmamış, savaş stratejisi, yöntem ve tekniği oluşturulmamıştı. 15 milyonluk asker yığınının tamamı neredeyse köylülerden oluşuyordu. Bilinç düzeyleri geri ve cahildiler. Askerlerin yüzde 76’sı okuma-yazma bilmiyordu. Ama savaş yine de bu 15 milyonluk kitleyi ve Rus toplumsal hayatını altüst edip değiştirmekten geri durmayacaktı.
1915’lere gelindiğinde koca bir ordu yok olmuştu. 15 milyonluk ordunun üçte biri yani 5 milyon 500 bini ölmüş, yaralı veya esir düşmüştü. Her yerde açlık, hastalık baş göstermiş ve hiçbir şey doğru düzgün işlemez olmuştu. Sıra sanayi işçilerinin silah altına alınmasına gelmişti. Lakin cepheye giden askerlerin işçi olması durumu değiştirmişti. İşçilerin politik mücadele gelenekleri ve bilinç düzeyleri savaşa karşı çıkmalarına neden oluyordu. Ayrıca cepheye giden askerlerin içinde onlarca Bolşevik işçi vardı ve bu işçiler savaşın sürmesini değil Çarlığın yıkılmasını propaganda ediyorlardı erler arasında. İşçi askerler, ordu içinde politik etki göstermiş ve hızla muhalif düşüncelerin yayılmasını sağlamıştılar. 1916’nın sonlarına doğru cephede isyanlar ve subayların öldürülmesi bir süreklilik kazanmıştı.
Devrime üç ay kala Çariçe, II. Nikola’ya, “saltanat dönemi için büyük, parlak bir çağ başlıyor” diye yazmıştı. Saltanat dönemi için değil ama devrimin gelişimi açısından gerçekten parlak bir çağ başlıyordu. Nitekim bu parlak çağın işaretleri ortaya çıkmakta gecikmedi. 1915’te 35 bine düşen grevci sayısı 1916’da 1 milyonun üzerine çıkmıştı. Mücadelenin merkezi düzeyde yoğunlaştığı yer ise Petrograd’dı. 1914’te 200 bin olan işçi sayısı aradan iki yıl geçmeden ikiye katlanarak 400 bine çıkmıştı. 9 Ocak 1916’da, 1905 kanlı pazarının anısına 150 bin işçinin sadece Petrograd’da greve gitmesi bu yoğunlaşmanın ifadesiydi.
1916’nın sonu ile 1917’nin başına gelindiğinde toplum gergindi ve politik bir hava hakimdi; her an olaylar patlak verebilirdi. Savaşta milyonlarca insan ölmüştü, her gün cepheden yeni ölüler geliyor, yeni askerler cepheye gidiyordu. İşçi sınıfı ve yoksul yığınlar açlığın pençesinde kıvranıyorlardı. Enflasyon yükselmiş, paranın değeri düşmüş, ücretler dondurulmuş, alım gücü sıfıra düşmüş ve besin maddeleri bulunamaz olmuştu. Bu tabloyu ise işçilerin işten çıkartılması tamamlıyordu.
18 Şubat 1917’de Putilov fabrikasında 20 bin işçi işten atılmış ve Petrograd meydanlarında yürüyüşler yapmaya başlamıştı. Putilov işçilerinin sokaklara inmesi ortamı birdenbire değiştirdi. Açlıktan kıvranan insanlar, fırınları ve dükkânları yağmalamaya başladılar. Bu iki gelişme, 23 Şubatta[3] kadınların dünya emekçi kadınlar günü vesilesiyle yapmış oldukları yürüyüşle çakıştı. Çok kısa bir süre içinde “ekmek isteriz”, “çocuklarımız açlıktan ölüyor” sloganlarının yerini “kahrolsun otokrasi”, “kahrolsun savaş” sloganları aldı ve yürüyüş siyasi bir içeriğe büründü. 23 Şubatta kadınlarla birlikte grevcilerin sayısı yalnızca 90 bindi. Ayın 24’ünde 197 bine, 25’inde 240 bine ulaşan grevci sayısı daha sonraki günlerde tüm şehri, sanayi kentlerini ve Rusya’yı sardı ve hareket devrime dönüştü. Ayın 26’sında tüm Petrograd ayaklanmış ve Çarlığın devrilmesi için Kazaklarla, polisle ve askerle çatışmaya girişmişti. Hareketin ne yönde gelişeceğini şimdi askerlerin tavrı belirleyecekti. İşçiler, bilinçli öncü Bolşevik işçiler ve kadınlar kendilerini kitlelerin önüne atarak askerlerle konuştular, tartıştılar ama sonunda askerleri kendi saflarına çekmeyi başardılar. Ayın 27’sinde artık Çarlık fiilen kalmamıştı; tüm kışlalar ayaklanmış, devlet daireleri ele geçirilmiş ve işçiler sokaklarda denetimi sağlamış bulunuyordu.
1905 devrimini yaşamış Rus işçi sınıfının deneyimli öncüleri, 27 Şubat 1917’de devrim zafer kazandığında Menşevik ve Bolşeviklerin önderliğinde Sovyetleri yeniden oluşturdular. Sovyetler bu kez bizzat devrimin bir ürünü olarak, devrimin zaferinden doğmuştu. Devlet dairelerinin, fabrikaların, demiryollarının, haberleşmenin, kışlaların, cephelerin, kent yönetiminin ve iaşenin denetimini elinde tutan işçi sınıfı, sovyetler ortaya çıkınca tüm yetkilerini ona bırakmıştı. Sovyet örgütlenmesiyle, her alana el atmasıyla kısa zamanda bir hükümete dönüşmüştü. Devrimin yegâne sahibi olarak her şeyi elinde tutuyordu ve tüm iktidar sovyetlerin elinde toplanmıştı. Ama sovyetlerin içinde çoğunluk olan ve sovyetin siyasal öncülüğünü elinde bulunduran Menşevik ve Sosyal Devrimciler iktidarı kendi elleriyle burjuvaziye bahşettiler.
Rus işçi sınıfı 1917’de emperyalist savaşı iç savaşa çevirmişti. Lakin iç savaş kendiliğinden burjuvaziyi ezip proletaryanın siyasal iktidarıyla sonuçlanmıyordu. Rusya’da burjuva devrimini savunan ve 1914’te savaş başladığında kendi burjuvalarının yanında yer alan Menşeviklerin ve Sosyal Devrimcilerin, proletaryanın iktidar organlarını ellerinde bulundurmalarına rağmen siyasal iktidarın işçi sınıfına geçmesi yönünde ne istekleri vardı, ne de siyasal iktidarı almak onların harcıydı. Tarihin bu keskin dönemeç noktasında istemeden de olsa devrim organlarının merkezinde ve devrimin önünde bulmuştular kendilerini. Marx’ın o eşsiz benzetmesi ne kadar da doğruydu: “Tarihin dalgaları bazen yumurta kabuklarını ve hatta gübre artıklarını bile üste çıkartabilir.”[4] Bu partiler iğreti durumlarını çok çabuk belli ettiler. İşte tam da bu noktada, Bolşeviklerin öngörüsüyle tarihsel rolleri çakışıyordu: emperyalist savaşın iç savaşa çevrilmesi ve siyasal iktidarın proletaryanın eline geçmesi. Devrim sahibini arıyordu.
Lenin Rusya’da
1917 Nisanında Lenin, daha yeni ayak bastığı Finlandiya tren garında devrimin sahibinin kim olduğunu açıklamıştı.
Değerli yoldaşlar, askerler, denizciler ve işçiler; sizin şahsınızda Rus devrimini selamlamaktan, sizi dünya proleter ordusunun öncüsü olarak selamlamaktan mutluyum... Yoldaşımız Karl Liebkneckt’in çağrısı üzerine, halkların silahlarını sömürücü kapitalistlere çevirecekleri saat hiç de uzak değil.[5]
Bu korsanca emperyalist savaş, bütün Avrupa’da bir iç savaşın başlangıcıdır... Uluslararası sosyalist devrim başlamış bulunuyor... Bütün Avrupa kapitalizmi bugün-yarın yıkılabilir, yapmış olduğunuz Rus devrimi yolu açmış, yeni bir çağın başlangıcı olmuştur. Yaşasın dünya sosyalist devrimi![6]
Lenin’in bu sözleri tüm sosyalist partiler kadar Bolşevikleri de şaşkına çevirmişti. Menşevikler, Sosyal Devrimciler, Lenin’in “eski Bolşevikler” olarak tanımladığı Rusya’daki önderlik ve diğer tüm devrimci gruplar; Rus devrimini Çarlığa karşı, feodalizmin tasfiyesi yönünde gelişen bir demokratik burjuva devrim olarak görüyorlardı. Menşevikler 1905 devriminde almış oldukları burjuvazinin kuyruğuna takılma tutumlarını sürdürüyorlardı. 1905 devriminde burjuvazinin devrimci kitleler karşısında Çarlıkla ve toprak sahipleriyle anlaşarak devrimi boğmasından ders almamışlardı. Eski Bolşevikler de Menşeviklerle aynı çizgi üzerinde buluşmuştular. Bu devrim kaçkını partilerin temel savunuları “Rusya’da kapitalizmin az gelişmiş olması ve kitlelerin bilinç düzeylerinin geri oluşu” idi. Bu yanlış tahlil ve yanlış fikirlerden hareketle sovyetlerin elinde tuttuğu iktidarı bile bile burjuvaziye vermişlerdi. Oysa ne 1905’te savundukları burjuva devrimi fikri doğruydu, ne de aynı yanlış çizgi Şubatta da kabul edilebilirdi.
Savaş zaten tüm toplumu altüst etmişti. Rus köylü hayatı, o ağır, değişmez, monoton yapısından savaşla birlikte kurtulmuş, milyonlarca Rus köylüsü asker kaputlarının içine girip cepheye sürüldüklerinde küçük köylü dünyalarından çıkmış, sarsılmış ve savaşın etkisiyle hızla politik fikirlere açık hale gelmişti. Aynı yıllar içinde sanayide yoğunlaşma devam etmişti. Silah-sanayiinin hiç durmadan savaş için çalışması, savaşın etkisiyle kırın şehre çözülmesi, işçi sınıfı saflarına binlerce emekçiyi katmış ve kentler büyümüştü. Örneğin savaş patlak vermeden hemen önce Petrograd’da 210 bin olan işçi sayısının 1917’de 400 bine çıkması bu değişimi çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu. Bu yoğunlaşma ve savaşın etkisi işçi sınıfında gerek nicel anlamda gerekse nitel anlamda bir sıçramaya neden olmuştu.
Tüm bu değişiklikler kitlelerin bilinç düzeyinde bir sıçramaya yol açmış ve politikleşen kitleler ölümü hiçe sayarak Çarlık despotizmini yerle bir etmiştiler. Ancak asıl bilinç düzeyleri geri olanlar, devrimi yapan yığınlar değil, kitlelerin politik gelişimini kavramayan partilerdi. Menşevikler, Sosyal Devrimciler, “eski Bolşevikler” emperyalizm çağında burjuvazinin rolünü kavramamış, savaşın toplumsal düzeyde yaptığı etkiyi ve kitlelerin bilinç düzeyindeki politik değişiklikleri kavrayıp çözememiş ve eski şematik, doktriner düşüncelerinde direnerek sömürülen yığınların ve devrimin gerisinde kalmıştılar. Devrim bu partileri ve önderlerini hazırlıksız yakalamış, eski şemalarını, burjuva demokratik devrim düşüncelerini paramparça ederek tarihin çöplüğüne fırlatmış ve devrimin gelişimi karşısında muhafazakârlaştırmıştı.
Çünkü bu partiler hiçbir zaman emperyalist savaşın bir iç savaşla sonuçlanacağına inanmamış, umut etmemişlerdi. II. Enternasyonal’in ihanetiyle birlikte Bolşevikler hariç tüm partiler ya kendi burjuvalarının peşine takıldılar ya da “ne savaş ne yenilgi” sloganıyla küçük-burjuva pasifist bir tutum takındılar. II. Enternasyonal’in merkez partisi SDP[7] savaş kredilerine onay vermiş, II. Enternasyonal Sosyalist Büro Başkanı olan Vandervelde Fransız emperyalist burjuvazisine bakan olmuş, Rusya’da Marksizmin kurucusu olan Plehanov “yurt savunması” fikri adı altında devrimci görüşlerinden vazgeçmişti.
II. Enternasyonalin 1912 Basel Kongresinde alınan karara Lenin önderliğindeki Bolşevikler, Rosa Luxemburg ve Karl Liebkneckt sadık kalmıştılar. “Ama gene de savaş patlarsa, onu kısa zamanda durdurmak için aracılık etmek ve en geniş halk tabakalarını ayaklandırmak ve kapitalist egemenliğin düşüşünü hızlandırmak için, savaş tarafından yaratılan ekonomik ve siyasal bunalımdan var güçleriyle yararlanmak onların (sosyalistlerin -A.E.) görevidir.”[8] Liebkneckt bu sözlerin anlamını Alman Parlamentosundan haykırarak açıklamıştı: “Kahrolsun hükümet”, “kahrolsun savaş”, “düşman içerdedir”.
Savaş, büyük tekellerin dünya pazarını yeniden paylaşmasından ileri geliyordu. Böyle bir savaşta proletaryanın yapması gereken birbirini boğazlamak değil, silahlarını kendi burjuvalarına doğrultmak, burjuvaziyi alaşağı etmek, siyasal iktidarı ele geçirerek toplumsal kurtuluşu gerçekleştirmekti. 1915’te RSDİP Yurtdışı Seksiyonları Konferansında alınan kararlar buna yönelikti:
1) Savaş kredilerini kayıtsız şartsız reddetmek ve burjuva hükümetlerden çekilmek, 2) “Ulusal barış” ... politikasından tamamen kopmak, 3) Hükümet ve burjuvazinin savaş hali ilan ederek anayasal özgürlükleri kaldırdığı her yerde illegal bir örgüt oluşturmak, 4) Savaşan ulusların askerlerinin siperlerde ve genel olarak savaş alanlarında kardeşleşmesini desteklemek, 5) Proletaryanın genel olarak bütün devrimci kitle eylemlerini desteklemek.[9]
Bu kararlar etrafında kitleler içinde örgütlenmeye girişen Bolşevikler, ilk önceleri yurtsever duygu duvarına çarptılar. Sosyalistlerin bile “anavatanı savunma” sloganı altında burjuvazinin peşine takıldığı bir konjonktürde yenilgici bir tavır vatana ihanet, Alman casusluğu demekti ve kimse böyle bir suçlamayı göğüsleyemiyordu. Ancak daha sonra savaşın yıkıcı ve yok edici yanı açığa çıktıkça kitlelerin kulağına Bolşevik sloganlar daha anlamlı gelmeye başladı. Sonuç itibarıyla sömürülen yığınlar bu sloganları duymuş olsunlar ya da olmasınlar, etkilensinler ya da etkilenmesinler veya tamamen iç güdüsel, savaşın direkt bir sonucu olarak bilinçlerine yansımış olsun; 1917 Şubat devrimiyle Bolşevikler tarihsel olarak haklı çıktılar. İşte Menşeviklerin, Sosyal Devrimcilerin ve “eski Bolşeviklerin” anlamadığı buydu.
Fakat Lenin’i asıl şaşırtan “eski Bolşevikler” diye adlandırdığı Rusya’daki Bolşevik önderliğin, “burjuvaziyle değil Çarlıkla sorunumuz var” diyerek Menşeviklerin kuyruğuna takılmaları, hatta Menşeviklerle birleşmeyi düşünmeleriydi. Lenin’in Uzaktan Mektuplar başlığıyla gönderdiği makaleler, Pravda’yı ellerinde bulunduran Stalin ve Kamanev ikilisi tarafından yayınlanmamıştı. Lenin’in Rusya’ya geldiği gün mektuplardan sadece bir tanesi yayınlandı. Şöyle diyordu Lenin: “Evet Çarlık düşmüştür ama, Rusya’nın sürdürdüğü savaş yine de emperyalist bir savaş olarak kalmaktadır.”[10] Fakat Stalin Lenin’i hiç de haklı bulmuyordu. 15 Martta Pravda’da yayınlanan bir baş makalede şunlar yazılıydı: “Halk yüreklice görevinin başında kalacak, kurşuna kurşun, gülleye gülle ile karşılık verilecektir; bu tartışma götürmez.”[11] Söz konusu makalede, bu dönemde Petrograd Sovyetinin aldığı bazı kararlarla hemfikir olunduğu belirtiliyordu. Sovyetin aldığı kararlardan biri ise şuydu: “Eğer Alman ve Avusturya demokrasileri bizim sesimize aldırış etmezlerse o zaman vatanımızı kanımızın son damlasına kadar savunacağız.”[12]
Lenin bu olanlara, milliyetçiliğin Bolşevik Parti içinde gelişmesine çok sert tepki gösterdi. Daha Rusya’ya gelmeden önce cevap verdi. “Böyle bir dalavereyi kabul ederse partimiz ebediyen onurunu kaybetmiş, siyasi olarak intihar etmiş olur... Sosyal-yurtseverliğe teslim olmaktansa partimizdeki herhangi biriyle derhal bir yol ayrımını tercih ederim.”[13] Lenin Rusya’ya geldiğinde tüm bu olanlara amansızca saldırdı, eleştirdi, Nisan Tezleri diye bilinen devrim programını açıkladı ve parti içinde mücadeleye girişti. Ancak Lenin’in gelişi, Lenin gibi bir önderin varlığı, yoldan sapmış “eski Bolşevik” önderleri doğru yola sevk edebilirdi. Lenin’in partisini kazanması kolay olmadı; ama proletaryanın en devrimci unsurları Lenin’in ne demek istediğini pratik deneyimleriyle de bütünleştirerek kısa zamanda kavradılar ve onun yanına geçerek Nisan Tezleri’ni onayladılar.
Lenin Nisan Tezleri’nde, proletarya siyasal iktidara sovyetler aracılığıyla el koymalı ve ikili iktidara son vermelidir diyordu. Bunun için “bütün iktidar sovyetlere” sloganını yükseltiyordu. Savaşı durduracak, barış görüşmelerine başlayacak, büyük toprak sahiplerinin toprağına el koyup yoksul köylülere dağıtacak, ekonomiyi sömürülen yığınların ihtiyacı doğrultusunda düzenleyecek ve açlığa son verecek, fabrikaların işçi denetimine açılmasını sağlayacak bir iktidara ihtiyaç vardı. Böyle bir iktidar proletaryanın politik iktidarı ele geçirmesiyle kurulabilirdi. Burjuva devriminden ve hükümetinden söz edenlere şu cevabı veriyordu. “Bizim parlamenter bir cumhuriyete, bir burjuva demokrasisine ihtiyacımız yok; işçi, asker ve tarım işçisi vekilleri sovyetlerinin dışında hiçbir hükümete ihtiyacımız yok!”[14]
Kitleler saf değiştiriyor
Geçici hükümet aracılığıyla iktidarda olan burjuvazi hiçbir sorunu çözmeye yanaşmıyordu. Çarlıktan alınan devlet aygıtı, yasalar, mahkemeler vb. olduğu gibi duruyordu; en küçük bir demokratikleşme sağlanmamıştı. Demokrasiyi sağlayan sömürülen yığınların devrimci etkisiydi. Ama bu sistemin eski çarklarını kırıp atmak anlamına gelmiyordu. Eski çarklar üzerinde kitlelerin devrimci zorundan gelen demokrasi söz konusuydu.
İşçi sınıfı ve yoksul köylülerin yaşam standartlarında hiçbir değişiklik olmamıştı; alınan ücretler düşüktü ve çalışma saatleri eskisi gibi 11-12 saatti. Cephelerde teçhizat, yiyecek, giyecek kalmamıştı ve savaş uzuyordu. Cepheler askerlerin kendi elleriyle kazdıkları açık mezarlara dönüşmüştü; asker savaştan bıkmıştı.
Devrim sonrasında Rus toplumsal yapısı altüst olmuştu. Binlerce yıllık köhne yapılardan, o ağır, değişmez, biteviye yaşamdan kurtulan Rusya, sözcüklerle anlatılamayacak bir devinim halindeydi. Toplum kaynıyordu; tüm kitleler politikanın içine dalmıştı. Tartışıyor, okuyor, eleştiriyor, toplanıyor, dağılıyor, yeniden örgütleniyor, yeniden ayaklanıyordu. Rusya’nın her yerinde pıtrak gibi örgütlenmeler ortaya çıkıyordu. Her düzeyde, her aşamada bir örgütlenme kendini gösteriyordu. Mahalle komiteleri, köylü komiteleri, asker komiteleri, fabrika ve atölye komiteleri, subay komiteleri, savaş komiteleri, asker sovyetleri, işçi sovyetleri, sendikalar, dumalar, partiler, partiler... İşte devrim buydu.
Ancak işçi sınıfı ve askerlerin tüm örgütlerini sovyetler kendi bünyesinde toplayarak merkezileştirmişti. Hükümetin yapmadıklarını işçi-asker sovyetleri devreye girerek hayata geçiriyordu. Sovyetler, “hiçbir yetki bölüşümü kuramına boyun eğmiyorlar ve ordunun yönetimine, iktisadi anlaşmazlıklara, iaşe ve ulaşım sorunlarına, hatta hukuk işlerine müdahale ediyorlardı. Sovyetler, işçilerin baskısıyla, sekiz saatlik işgünü kararnamesi yayınlıyorlar, çok gerici buldukları idarecileri saf dışı ediyorlar, geçici hükümetin en katlanılmaz komiserlerini görevden alıyorlar, tutuklamalara ve arama taramalara girişiyorlar, hasım gazeteleri yasaklıyorlardı.”[15] Bu ise her yerde ikili iktidarın ortaya çıkmasına ve çatışmalara neden oluyordu. Sovyetlerde çoğunluk olan Menşevik ve Sosyal Devrimciler emekçilerin istediklerini değil, geçici hükümetin istediklerini yapıyorlardı.
Lenin’in Nisan Tezleri’nde açıkladığı; yığınların aşağıdan gelen ve devrimci zora dayanan fiili iktidarının, siyasal iktidarın sovyetler tarafından ele geçirilerek tamamlanmasıydı. Proletarya siyasal iktidarı ele geçirmeli ve burjuva devlet kurumlarını parçalamalı, bürokrasiyi, düzenli orduyu, polisi kaldırıp, yerine kendi devlet biçimi olan sovyetleri geçirerek, işçi sınıfının demokrasisini kurmalıydı. Bu hedefler doğrultusunda kitleler içine derinlemesine nüfûz eden, onların taleplerine yanıt veren Bolşeviklerdi. Savaşın tüm toplum üzerindeki yıkıcı ve yok edici etkisinin ortadan kalkması ancak bir barışla mümkündü. Fakat bu barış emperyalistlerin, dünyayı paylaşıma girişmiş olanların yapacağı bir barış olamazdı. İlhaksız ve tazminatsız, başka ülkelerin toprağında gözü olmayan bir barış, ancak ve ancak sermayenin iktidarına son verilmesi, savaş nedeni olan kapitalizmin anarşik yapısının parçalanması ile mümkündü. Menşevikler ve Sosyal Devrimciler kitlelere arkalarını dönerken, geçici hükümetin dışişleri bakanı İran, Ermenistan ve İstanbul’un ilhakı için emperyalist müttefiklerine nota veriyordu. Geçici hükümetin barış görüşmelerine başlamaması, başka ülkeler üzerinde hak iddia etmesi, işçi ve asker yığınlarını 20 Nisanda sokağa dökmüştü. Kitlelerin içinde Bolşevik sloganlar güçlü bir ses olup havaya yükseliyordu. “Ekmek, barış, toprak, sanayinin işçiler tarafından denetlenmesi.” Böylelikle ikili iktidar çatışmasının resmi olarak birinci perdesi açılıyor ve kitleler saf değiştirmeye adım atıyorlardı.
İşçi ve asker yığınların ortaya koyduğu tepki hükümetin dağılmasıyla sonuçlandı. Burjuvazi şimdi taktik değiştirmiş ve kitlelerin desteklediği ama kendi kuyruğundan ayrılmayan sosyalist partileri, burjuva hükümete dahil ederek işçi ve yoksul halkın karşısına bir koruyucu kalkan olarak dikmek istiyordu. Çünkü asıl amaçları emperyalist çıkarlarını sosyalist görünümlü bir hükümet altında gizlemekti. Kerenski, Mart ayında hükümeti “kolsuz ve ayaksız” olarak tanımlamıştı. Sovyetleri ellerinde tutan Menşevikler ve Sosyal Devrimciler geçici hükümete katılarak burjuvazinin “kolu ve ayağı” oldular. Artık sömürülenler sosyalist partilerin yumruk ve tekmelerine maruz kalacaktı.
İşçilerin, askerlerin ve yoksul köylülerin umut bağladığı partiler burjuvaziyle iş pişirirken, burjuvazi işçi sınıfının moralini bozmak, aç bırakmak ve devrimi boğmak için çalışıyordu. Haziranda 38 bin işçinin çalıştığı fabrika ve işyerleri kapatılmıştı. Bu rakam Temmuzda 48 bine çıkacaktı. Kapitalistlerin amacı belliydi: üretimi baltalamak, işçi sınıfını aç bırakmak, moral açıdan çökertmek ve devrimi karşı-devrime dönüştürmek.
Sömürülen yığınlara başka bir darbe de yeni hükümetten gelmişti. Sosyalistlerin de içinde bulunduğu hükümet, Rus ordularının taarruza geçmesi için karar almıştı. İşçiler ve askerler her geçen gün Menşevik ve Sosyal Devrimcilere olan güvenlerini yitiriyorlardı. Bolşevikler, işçi sınıfının en devrimci, en fedakâr unsurları arasında hiç durmadan çalışıyorlardı. Bolşevik Parti yoksul mahallelerde tek umut olmuş, Petrograd ve aslında Rus işçi sınıfının motor gücü olan Putilov işçileri Bolşeviklerin saflarına katılmış, cephelerde ve garnizonlardaki asker komitelerinde Bolşevikler etkin olmaya başlamıştı. Asıl önemli gelişme Petrograd işyerlerine bağlı işçi komitelerinin konferansında 421 delegenin 330’unun Bolşevikleri desteklemesi olmuştu.
Bu değişikliğin sonucu 18 Haziranda düzenlenen bir gösteride açığa çıktı. Fakat bu gösterinin ironik yanı şuydu: mitingi sovyet partileri düzenliyorlardı ve asıl amaçları kitlelerin Bolşevikleri desteklemediğini ortaya koymaktı. Ama hayal kırıklığına uğradılar. Göstericilerin tempoyla haykırdıkları sloganların ve ellerinde taşıdıkları pankartların yüzde 80-90’ı Bolşeviklerindi. Pankartlarda şunlar yazıyordu; “kahrolsun on kapitalist bakan!”, “kahrolsun taarruz!”, “bütün iktidar sovyetlere!”, “ne Almanlarla ayrı barış, ne İngiliz-Fransız kapitalistlerle gizli anlaşma!”, “yaşam hakkı mülkiyet hakkından üstündür!”, “köylü kulübelerinde barış, toprak ağalarının şatolarında savaş!”
Kitleler tedrici olarak Bolşeviklerin yanına geçiyorlardı. Yerel Sovyetlerde, komitelerde yani tabanda Bolşeviklerin önerileri kabul görüyordu. Taarruz ve arkasından bozgun, yığınların Bolşeviklerden yana saf değiştirmesini hızlandıracaktı.
Ricattan ileri atılışa
Temmuz başına gelindiğinde kitlelerin hükümete tahammülü kalmamıştı. Cephelerde Alman ordularının saldırıları sonucunda savaş acıklı bir hal almıştı. Subaylar askerler üzerinde yeniden egemen olmaya başlamıştı ve ölüm cezası tekrar uygulanmaya konmuştu. Tüm kitleler barut fıçısına dönmüştüler. İşçilerden biri Menşevik ve Sosyal Devrimciler için şunları söylüyordu. “Yoldaşlar! Biz işçiler ihanete daha ne kadar tahammül edeceğiz? Siz burjuvaziyle ve büyük toprak sahipleriyle pazarlık ediyorsunuz.”[16]
İşçiler ve askerler arasında kaynaşma doruğa ulaşmıştı. Lenin bu kaynaşma hakkında yazdığı bir yazıda “Acınızı anlıyoruz. Petrograd işçilerinin kaygılarını anlıyoruz. Ama onlara şunu diyoruz: yoldaşlar doğrudan bir eylem şu an için akıl kârı değil.”[17] Ancak işçilerin sabrı kalmamıştı ve başını 40 bin Putilov işçisi ile Kronştad askerlerinin çektiği kitleler 3 ve 4 Temmuzda hükümeti düşürüp iktidarın sovyetlere geçmesi için gösteriye başlamıştı. Gösteriler kısa zamanda, her yerde çatışmaya dönüşmüştü. İşçiler ve askerler bu kez silahlanmış ve silahlarını da koalisyon hükümetine çevirmişlerdi. Örneğin Sosyal Devrimci Bakan Çernov tutuklanmış, ancak Troçki’nin müdahalesiyle serbest bırakılmıştı. Bolşevikler gösterilerin dışında kalamadılar ve 4 Temmuzda yığınların başına geçerek hareketin kontrolünü ellerinde tutmaya çalıştılar. İktidarın alınmasını henüz erken bulan Bolşevikler, ayaklanmaya, işçi ve askerlerin içine girerek, onları ikna ederek son verdiler. Çünkü Bolşevikler hükümeti devirseler bile bu ancak Petrograd’la sınırlı kalacaktı. Diğer şehirlerin Bolşevikleri desteklememesi ise karşı-devrimle sonuçlanabilirdi. Fakat yine de karşı-devrim, fırsatı değerlendirip baş kaldırmaktan geri durmadı. Sosyalist partiler Bolşevikleri yok etmek için dişlerini sıkıyor, yemin ediyorlardı. Lenin’in Alman casusu olduğu, Bolşeviklerin askerlerin cepheye gitmesini engellediği propagandası ortalığı kapladı. Bolşeviklere her yönden saldırılar gelmeye başlamıştı. Gazeteleri yasaklandı; gazetelerin basıldığı matbaa karşı-devrimci subaylar tarafından parçalanıp dağıtıldı. Sosyalistlerin içinde bulunduğu hükümet Bolşevikleri tutuklatmak için harekete geçti. Karşı-devrim baş kaldırmıştı ve başını bizzat Menşeviklerle Sosyal Devrimciler çekiyordu. Lenin ve Zinovyev Finlandiya’ya kaçmak zorunda kalırken, Troçki tutuklanarak hapse atıldı. Bolşevik parti yarı illegal çalışmaya geçti.
Tarihin devrimci süreçlerinde herhalde işçi sınıfı için en öğretici olan, başından beri illegal örgütlenen, ama legal alanı kullanacak kadar esnek olan devrimci bir partinin, devrim döneminde bile illegale çekilecek yetenekte olmasıydı. Lenin Finlandiya’da gelişmeleri değerlendiriyordu.
Meşrutiyetçiler ya da cumhuriyetçiler hakkında hayale kapılmak yok, barışçıl yollar hakkında hayale kapılmak yok, dağınık eylemler yok, şu anda yüz-karaların ve kazakların kışkırtmalarına yanıt vermek yok: güçlerin bir araya toplanması ve yeniden örgütlenmesi, kesin savaşa sıkı bir şekilde hazırlanma, eğer bunalımın evrimi izin verirse, yığınları, bütün halkı bu savaşa katmak…
Legal eylemi bir saat olsun durdurmayalım. Ama anayasaya dayanan ve “barışçı” hayallerle, gözlerimizin kapanmasına izin vermeyelim. Zaman yitirmeden her yanda bildirilerin vb. yayınlanması için örgütler kurmalı. Bütün hatlarda zaman yitirmeden, sağlam bir şekilde ve soğuk kanlılıkla, yeniden örgütlenmeliyiz.[18]
Fabrikalarda, atölyelerde, kışlalarda, yoksul mahallelerde, yoksul köylülük içinde örgütlenen ve onların umudu olan Bolşevik Partisi, karşı-devrimin baş kaldırmasıyla birlikte, nasıl ki bir ordunun genel kurmayı ordusunu dağıtmadan, onun moralini çökertmeden düzenli ricat ederse tıpkı onun gibi geri çekildi. Şimdilik siyasi arena Bolşeviklerden temizlenmiş görünüyordu. Fakat bu sadece ileri atılmak için; ordularını yeniden düzenlemek, yeni savaş planları çizip taktikler geliştirmek, yeni stratejik alanlar oluşturmak için bir geri çekilişti. Savaşı kesin surette kazanmak ve düşmanı şaşkına çevirmek, dağıtmak için bir geri çekilişti.
Bolşevikler sahneden çekilince meydanı boş sanan burjuvazi bir karşı-devrimle sovyetlerden de kurtulmak istedi. Bu amaçla tüm gerici güçler, kapitalistler, kilise, soylular, subaylar Kornilov’un[19] etrafında toplandı. Kornilov devrimi ezdiğinde Çarlık yeniden kurulacaktı. İşte Bolşevikler, böyle bir durumda devrim meydanına döndüler. Troçki Bolşeviklerin politikasını kısaca şöyle özetliyordu: “Tüfeği Kerenski’nin omzuna koyup Kornilov’a ateş edin. Kerenski’yle daha sonra hesaplaşılacak.”
Kornilov tehlikesi ortaya çıktığında, karşı-devrimin dolaylı bir parçası olan Menşeviklerin ve Sosyal Devrimcilerin yapacağı bir şey kalmamıştı; işte o an devrimin partisi cephe gerisinden –fabrikalardan, kışlalardan, mahallerden, köylerden– çıktı ve devrime giden yolda Kornilov’u tekmeledi. Bir Menşevik bakan olan Suhanov şunları aktarır;
Daha yakın zamana dek herkes onlara çamur atıyor, herkes onları ihanetle, satılmışlıkla suçluyor, maddi bakımdan olduğu kadar manevi bakımdan da ayaklar altında çiğniyordu. Birçok mücadeleci unsurları da hâlâ hapishaneleri doldurmaktaydılar. Onlara hemen hemen hiç kimse aldırmaz olmuştu. Nereden çıkıvermişlerdi birden bire böyle ve nasıl sahip oluvermişlerdi o acayip, şeytanca kudrete?[20]
Kornilov darbesine karşı kurulan “karşı-devrimle savaş komitesi” kısa zamanda Bolşeviklerin eline geçti. Çünkü kitleler Bolşevikleri izliyordu ve yalnızca onlarda silah vardı. Kısa zamanda 25 bin işçi komiteye yazılmıştı. Komite daha sonra “askeri devrimci komite” ismini alacaktı. Askeri komite böylelikle Haziranda dağıtılan kızıl muhafızları yeniden örgütledi. Petrograd’ın savunmasını üzerine alan komite, kentin yönetimini de fiilen üzerine almıştı. Demiryolu işçileri karşı-devrimin raylar üzerinden başkente ulaşmasını engelledi, PTT işçileri haberleşmesini kesti, askerler Kornilov’u takip etmediler. Böylelikle karşı-devrim başkente ulaşamadan başı ezilmişti. Artık süreç tersine dönmüştü. Bolşevikler sahneye dönmüş, Kornilov yenilmiş ve artık proleter devrimin önünde tek engel olarak Kerenski hükümeti kalmıştı. Kerenski’nin omzundaki silahın tetiğinde Bolşeviklerin parmağı asılı duruyordu.
“Dünyayı sarsan on gün”
Kornilov darbesinin ezilmesi rüzgârın hızlı bir şekilde Bolşeviklerden yana dönmesine neden oldu. İşçi ve asker yığınlar, Kornilov karşı-devrimini durduran, Çarlık monarşisinin geri gelmesini önleyen partinin Bolşevik Parti olduğunu bizzat karşı-devrime karşı savaşarak, olayları yaşayarak kavradılar. Kerenski’nin dalavereler çevirmesi, sosyalist partilerin burjuva hükümet içinde yer alıp sömürülen kitlelerin karşısında olması ve iktidarın sovyetlere geçmesini engelleyerek emperyalist savaşta Rus kapitalist sınıfının çıkarlarını savunmaları, işçi sınıfının Bolşevik Partisi altında toplanmasıyla sonuçlandı. Menşevikler birden bire adeta silinmiştiler. Sosyal Devrimcilerin ise işçi sınıfı içinde zaten etkisi yoktu. Kitleler bu partileri terk etmiş, Bolşeviklere katılmışlardı. Örneğin devrim başladığı sıralar 23 bin üyesi olan Bolşevik Parti, Ağustos ayında üye sayısını 240 bine çıkarmıştı.
20 Ağustosta Petrograd Duması seçimlerinde Bolşevikler oyların üçte birini almıştılar. Bolşeviklerin 200 bin oy aldığı bu seçimlerde Menşeviklerin aldıkları oy sayısı sadece 23 bindi. Aynı süreç Moskova’da da işledi. Bolşevikler oyların yüzde 51’ini alarak mutlak çoğunluğu oluşturdular. Aynı ay içinde, Ural Sendikalar Konferansında yine çoğunluğu sağlayan Bolşevikler oldu. Rusya’nın dört bir yanında aynı gelişmeler oluyordu. Dumalar, sendikalar, asker komiteleri ve elbette ki Sovyetler, Bolşeviklerin safına geçiyordu. Troçki kitlelerin değişimini, proletaryanın siyasal iktidarının zeminini döşeyen gelişmeleri şöyle değerlendiriyordu: “Zulme uğrayan, peşine düşülen, iftira edilen partimiz hiç şu son zamanlarda büyüdüğü kadar büyümedi.Ve bu süreç başkentlerden taşraya, şehirlerden köylere ve orduya yayılmakta gecikmeyecek.”[21]
l Eylülde Petrograd Sovyeti vekilleri Bolşeviklerin “bütün iktidar Sovyetlere” önerisini kabul etti ve Sovyetlerde Bolşevikler çoğunluğu kazandılar. Bu gelişmeyi 2 Eylülde Finlandiya, 5 Eylülde Moskova ve diğer sovyetler izledi. 9 Eylülde Petrograd Sovyeti merkez yürütme kurulu Bolşeviklerin eline geçti ve Troçki sovyet başkanı seçildi. 11 Eylülde sovyetler geçici hükümete verilen desteği çekti ve aslında fiilen hükümetin yerine geçti. Menşevikler ve Sosyal Devrimciler işçi sınıfı içinde küçük bir leke olarak kalmış, geçici hükümet ise altı boş anlamsız bir örgütlenmeye dönüşmüştü. Vurmak ve indirmek gerekiyordu.
Bu hükümetin başkanı Kerenski, devrime yalnızca günler kala farkında olmadan kâhince sözler sarf etmiş ve Ekim Devriminin gelişini haber vermişti. “Rus halkı ekonomik bitkinlikten, müttefiklere karşı duyduğu hayal kırıklığından muzdarip! Dünya Rus devriminin bittiğini sanıyor, yanılmayın; Rus devrimi daha yeni başlıyor.”[22] Kerenski yanılmayacaktı. Lenin Finlandiya’da Ekim Devriminin gelişimini hazırlıyordu. İki başkentte sovyetlerin Bolşevikleri izlemesi, ardından diğer sovyetlerin buna katılmasının anlamı açıktı: iktidarın sovyetin eline geçmesi. Gelişen olayları çok iyi takip eden ve kavrayan Lenin, Bolşevik Parti önderliğinde proletaryanın siyasal iktidarı almasının zamanının geldiğini düşünüyordu.
“Tüm iktidar sovyetlere” sloganı bir ayaklanma çağrısından başka bir şey değildir. Ve eğer aylardan beri yığınları ayaklanmaya, burjuvazi ile uzlaşmamaya çağıran bizler, yığınlar bize olan güvenlerini dışa vurmuş oldukları halde, devrimin iflasının eşiğinde, bu yığınları ayaklanmaya götürmezsek, kusur hiç itirazsız hepimizin olacaktır.[23]
Lenin bu üslûbunu devrim yaklaştıkça daha da sertleştirecekti. Lenin Merkez Komiteye yazdığı mektuplarda kesin olarak ayaklanmanın hazırlanmasını istiyordu.
Kitleler açtı, savaşın yok edici etkisi devam ediyordu, köylüler toprak bekliyordu, ayrıca Avrupa’da isyanlar baş göstermişti; böyle bir ortamda beklemek ölümdü, “devrimin kaybedilmesiydi”. “Tarih, bugün kazanabilecek (ve bugün kesin olarak kazanacak) olan ama yarın çok şeyi, her şeyi yitirme tehlikesinde olan devrimcilerin oyalanmasını, gecikmesini bağışlamayacaktır.”[24] Lenin partisiyle bir kez daha karşı karşıya geldi. Merkez Komitenin çoğunluğu, başını yine Kamanev’in[25] çektiği bir grup, Lenin’e karşı çıkıyor, ayaklanmayı erken hatta gereksiz buluyordu. Ancak 10 Ekimde Lenin’in Petrograd’a gelmesiyle olayların gidişatı değişti. Lenin, Merkez Komite toplantısına katılmış ve Merkez Komiteyi ayaklanmaya ikna etmişti. Ayaklanma tarihi Troçki’nin önerisiyle Tüm Rusya Sovyetleri Kongresinin yapılacağı 25 Ekim olarak kararlaştırılmıştı. Ayaklanma ile iktidar ele geçirilecek ve Sovyet Kongresine bırakılacaktı.
Ayaklanma tarihi belli olduktan sonra “Askeri Devrimci Komite” Bolşeviklerin genelkurmay karargâhına dönüştü ve ayaklanmanın örgütlenmesini Troçki üstlendi. Devrimci Komite her yana ulaşıyor, her yere bildiri ve propagandacı göndererek askerleri sovyetleri tanımaya ikna ediyordu. Başta Petrograd Garnizonu olmak üzere birçok alay ve asker komitesi, sovyetleri tanıdığını açıklayan bildiriler yayınlıyordu. Geçici hükümet gelişmeler karşısında çaresizce teşebbüslerde bulunduysa da başarılı olamadı. Devrimi önlemek için başkenti Moskova’ya taşımak istedi, fakat sovyetler ve askerler karşı çıkınca geri adım atmak zorunda kaldı. Menşevikler ve Sosyal Devrimciler karşı-devrimin safına geçmiştiler. İşçi sınıfının siyasal iktidarı almasına karşı olan bu partiler, devrime birkaç gün kala sovyetleri tasfiye etmek istediler. Şöyle diyorlardı: “Sovyetlerin görevi bitmiştir; bundan böyle barışçı araçlar kullanacak olan serbest ve başarılı bir halkın önünden, sovyetlerin bütün devrimci mekanizmalarıyla birlikte çekilecekleri gün yaklaşmaktadır.”[26] Bu devrimin tasfiyesi ve işçi sınıfının burjuvazi eliyle boğazlanmasına evet demek anlamına geliyordu.
Ayaklanmadan bir gün önce hükümet Bolşeviklere ait gazete binalarını mühürlemiş ve gazetelere el koymuştu. Ancak bu hareket gülünçtü; çünkü hükümetin elinde hiçbir güç yoktu. Kızıl muhafızlar birkaç dakikada mühürleri sökmekte gecikmediler. Böylelikle devrimin yumruğu resmen inmeye başlamış oluyordu.
25 Ekim (7 Kasım) gecesi 10 bin işçi ve asker harekete geçmiş ve hükümet devrilmiş, iktidar Bolşeviklerin eline geçmişti. İktidarın alınması sırasında hükümeti kimse savunmamıştı. Tek bir kişi bile ölmeden, kan dökülmeden iktidar el değiştirmişti. Kerenski kaçmış, bakanlar tutuklanmış ve Petrograd Sovyeti şu bildiriyi yayınlamıştı.
Rusya yurttaşlarına,
Geçici Hükümet yerinden atılmıştır. Devlet gücü Petrograd proletaryasının ve Garnizonunun başında bulunan Petrograd İşçi ve Köylü Delegeleri Sovyeti ile Askeri Devrimci Komitenin eline geçmiştir. Halkın uğruna çarpıştığı dava şudur: derhal bir demokratik barışın teklif edilmesi, toprak üzerinde derebey mülkiyetinin kaldırılması, üretimin işçiler tarafından denetlenmesi, bir Sovyet Hükümetinin kurulması... Bu son dava kesin olarak gerçekleşmiştir.[27]
Tüm Rusya Sovyetleri kongresi, iktidarın sovyetlere geçmesini kabul etti ve Lenin’in başında bulunduğu bir sovyet hükümeti seçti. Bolşevik hükümet peşpeşe kararnameler yayınlamıştı. Savaşın bitmesi için savaşan ülkelerin işçi sınıfına, Rusya’da ezilen halklara, topraksız köylülere ilişkin olarak Sovyetler Kongresi kararlar almıştı. Bu kararların uygulanabilmesi için proletaryanın siyasal iktidarı elinde sağlam tutması ve kendi devletini örgütlemesi gerekiyordu.
Böylelikle Şubatta Çarlığın yerle bir olmasıyla başlayan devrim, sekiz ay sonra proletaryanın Bolşeviklerin önderliğinde siyasal iktidarı almasıyla başka bir boyuta sıçramıştı. Tarihte ilk kez ezilen sınıfın modern temsilcisi proletarya, böylesi geniş topraklar üzerinde siyasal iktidarı fethediyor ve emperyalist savaşın ortasında kapitalizmin sırtına hançeri saplayarak kocaman bir yara açıyordu. Şubat devrimiyle emperyalistler zaten şaşkına dönmüşlerdi. Tüm güçleriyle Şubatın bir proletarya devrimine dönüşmesini engellemeye çalışmış, ama başaramamışlardı. Bolşevikler burjuva iktidarı devirip, savaşan ülkelerin işçi sınıfının silahları kendi burjuvalarına çevirmesini istediklerinde, tüm dünya burjuvazisi derinden sarsılmıştı. “Düşman içerdedir” ve “dünya devrimi” sloganı bir fikir olmaktan çıkmış, ete kemiğe bürünmüştü. Emperyalist burjuvazi şimdi kendi ülkesinin işçi sınıfına ne diyebilirdi? Rus işçi kardeşlerine karşı savaş diyebilir miydi? Bakalım işçiler dünya sosyalist devrimine bir giriş yapmış olan Rus kardeşlerinin iktidarına karşı savaşacaklar mıydı?
Burjuvazi kâbusu olan Bolşevik devrime karşı ideolojik saldırıya geçti. İçeride ise karşı-devrimci güçler işçi sınıfının bilincini bulandırmaya çalışıyordu: “Bu bir devrim değil, bir komplo, bir darbedir.” Böylesi değerlendirmeler ne yazık ki hâlâ mevcut. Özellikle işçi sınıfından umudunu kesmiş küçük burjuva akımlar devrime kuşkuyla bakıyor ve Bolşevikleri “çoğunluğun devrimi değildi” bahanesiyle eleştiriyorlar.
Bu eleştiriler gerçeklikten yoksundur. Çünkü Şubat devrimi Çarlığı yerle bir eden devasa bir altüst oluştu ve sonuçta Menşeviklerin siyasi körlüğünden dolayı ikili bir iktidar oluşmuştu. Ortada bir burjuva hükümeti vardı ama, bir de gerçek bir hükümet gibi davranan sovyetler vardı. Geçici hükümetin, rejimi yeniden kapitalist temellerde inşa etmeye zamanı olmadı. Şubat devrimi Çarlığı yıkarak ve ikili bir iktidar ortaya çıkararak önü açık devrimci bir süreci başlatmıştı. “İkili iktidar özünde bir toplumsal kriz rejimidir: ülkenin baştan aşağı parçalanmasına delâlet ederek potansiyel ya da açık bir iç savaş içerir.”[28] Sömürülen yığınlar ikili bir iktidarın sürmesini istemiyorlardı. Devrimci süreç devam ederken, toplum ikili bir iktidarla, yani kriz içinde yaşarken, işçi ve asker kitleleri Bolşeviklerin arkasında toplanmış ve yine bu kitlelerin devrimci organı sovyetler, Bolşeviklerin siyasal önderliğinde ikili iktidara son vermiştir. Darbe benzetmesi olsa olsa ikili iktidarı sonlandırmak anlamında olabilir. Menşevik bir bakan olan Suhanov bu konuda oldukça net bir açıklamada bulunuyor:
Ekim devrimi dolayısıyla ulusal bir ayaklanmadan değil de askeri bir fesat hareketinden söz etmek tamamen saçmadır; çünkü Bolşevik partisi fiilen bütün gerçek iktidarın başında bulunuyordu ve ulusun büyük çoğunluğu da zaten kendisini izlemekteydi.[29]
Ekim Devrimi proletaryanın siyasal iktidarı kendi eline alması ve toplumsal devrimi başlatması anlamına gelir. Toplumsal bir devrimden söz ediyoruz, yani burjuva devlet kurumlarının parçalanması ve yerine sovyetlerin geçirilmesi, kapitalist sistemin tasfiyesi, işçilerin kapitalist sınıf tarafından sömürülmesinin kaldırılması, üretimin yönetiminin işçilerin eline geçmesi, meta ekonomisinin kaldırılması, üretim ilişkilerinin değişmesi.
Ekimden sonra
Tarihte hiç böyle amansızca bir mücadele olmamıştır. Bolşevikler iktidarı ele geçirdikten sonra tüm burjuvazi ve gerici güçler birleşmiştiler. Sözde kendilerine sosyalist diyen Menşevikler ve Sosyal Devrimciler, ılımlı sosyalistler, küçük gruplar, karşı-devrim bayrağı altında toplanmıştılar. Devlet dairelerinde memurlar Bolşeviklere karşı baş kaldırmış, karşı-devrimin kışkırtmasıyla greve gitmiştiler. Birçok şey çalışmaz olmuş, karşı-devrim Dumada başkaldırışı örgütlemeye girişmiş, Kerenski Petrograd’dan kaçarak cephedeki askerleri Bolşeviklerin üzerine yürütmeye çalışmıştı. Ancak askerlerin hiç de Kerenski’yi dinleyecek vakitleri yoktu. Askerler, “yoldaşlar biz cepheleri tutarız; siz başkenti sağlam tutun” diyorlardı. Petrograd üzerine yürüyen karşı-devrimin durdurulması, proletarya iktidarının örgütlenmesi, sağlamlaşması, güç kazanması demekti.
“Erkekler, kadınlar, çocuklar; silahlı, sopalı, kazmalı, kürekli; ellerinde tel kangalları, işçi elbiselerinin üstünde fişekler... Bir şehrin bu kadar büyük bir güçle ve bu kadar kendiliğinden sokağa döküldüğü görülmemiştir şimdiye dek! Seller gibi akıyorlar; yanlarında bölük bölük askerler, toplar, kamyonlar, arabalar...”[30] Rusya’nın her yerinde korkunç savaşlar oluyordu. Rusya tam anlamıyla ikiye bölünmüştü. Karşı-devrimin ezildiği yerlerde sovyetler yönetimi ele alıyordu. Devrim, Rusya’nın o korkunç soğuğuna, açlığa, hastalığa, cephelerdeki savaşa rağmen ilerliyordu. İnanılmaz bir kargaşanın içinde fabrikalarda, mahallelerde, cephelerde, sovyetlerde örgütlenmiş bir önderlik, adım adım amaçlarına ulaşıyordu. Binlerce Bolşevik militan, her tarafa koşuşturuyor, bildiriler basıp dağıtıyor, işçi sınıfı ve yoksul yığınları arkalarına alarak devrimci iktidarı örgütlüyor, sağlamlaştırıyordu. Tüm bu olanlar gerek devrime tanık olanları gerekse tarihçileri hep şaşırtmıştır: “Nasıl olur; tüm bu insanlar nasıl birleşmiştiler?”
Alaca karanlıkta erkekler ve kadınlar ayaklarını yere vura vura yürüyorlar; süngüleri sallanıyor havada. ... burjuva kalabalıkların arasından geçiyorlar. Burjuvalar tiksintiyle, ama korka korka bakıyorlar onlara... Herkes onlara karşı; iş adamları, vurguncular, yatırımcılar, toprak sahipleri, subaylar, politikacılar, öğretmenler, serbest meslek sahipleri, dükkancılar, memurlar, ajanlar, öteki sosyalist partiler... Hepsi Bolşeviklere karşı sonsuz bir kin besliyorlar. Sovyetlerden yana olanlar, yoksul işçiler, bahriyeliler, bütün morali bozulmuş askerler, topraksız köylüler ve birkaç da –ama yalnızca birkaç– aydın...[31]
Sömürülen yığınları birleştiren ve iktidar için mücadeleye sürükleyen açlık, savaş, işsizlik, yani kapitalizmin o korkunç yüzüydü. Bolşevikler, işçi sınıfının, askerlerin, yoksul köylünün çıkarlarını savunuyordu; onlara, çıkarlarının ancak kendi iktidarlarında gerçekleşeceğini söylüyorlardı ve bunda samimiydiler, kararlıydılar, inançlıydılar. Bolşevikler işçi sınıfına önderlik edecek öncü proletaryanın en devrimci en fedakâr unsurları, büyük sanayi işçileri arasında örgütlüydüler. İşte kargaşayı düzene sokan, işleri yoluna koyan bu proleterlerdi. İşçi sınıfı topluma önderlik ediyordu; Bolşevik Parti de işçi sınıfına.
Lenin, Haziran ayında yapılan sovyet kongresinde bir Menşevik önderin “Rusya’da iktidarı alacak bir parti var mı?” sorusuna, “evet var; böyle bir parti var” dediği zaman salonda hemen hemen herkes gülmüştü. Aynı gülüşen takım Ekim Devriminden sonra Bolşeviklere üç gün ömür biçmiştiler. Lakin proletaryanın devrimci gücü karşı-devrimci güçlerin hayallerine geçit vermedi.
Troçki Dışişleri Komiseri olarak gizli anlaşmaları açıklayınca kapitalist dünya adeta dumura uğramıştı. Bolşeviklerin “gizli diplomasiye hayır!, gizli anlaşmalara hayır!, belgeleri açıklayacağız” sözlerini; emperyalist ülkelerin elçileri, kapitalistler, subaylar, toprak sahipleri ve sosyalistler tatsız bir şaka zannediyorlardı. Fakat devrim onların ayakları altındaki toprağı çekti, başları döndü, sarsıldılar ve şaşkına döndüler. Tarihte ilk kez böyle bir şey oluyordu. Proleter devrim ve proletarya iktidarı sömürücü sınıfların düzenini, ilişkilerini, alışkanlıklarını paramparça ederek, onları çılgına çevirerek proletarya diktatörlüğünün ne olduğunu gösterdi. Emperyalistler durumun şaka götürür yanı olmadığını ve sıranın kendi proleterlerine geldiğini korkular içinde kavradılar.
Nitekim Avrupa işçi sınıfı da emperyalistleri yanıltmayacaktı. Rus proleterleri diğer kardeşlerine silah çekmeyeceklerini, silahları burjuvaziye doğrultmak gerektiğini iktidarı ellerine alarak gösterdiler. Emperyalist savaşın daha da yıkıcı bir hal aldığı süreçte kapitalist sistemin sırtına hançer saplamış ve yaralar açmıştılar. Şimdi artık sıra Rusya’da iktidarın sağlamlaşması ve Avrupa’da devrimin başlamasındaydı. Bolşevikler Brest-Litovsk anlaşmasını Almanya ile imzalayarak emperyalist savaştan çekildiler. Böylelikle kendi proleterlerini Rus kardeşlerinin üzerine süremeyeceklerini anlayan emperyalistler, savaşı yarıda kesmek zorunda kaldılar. Milyonlarca insanın öldüğü, yaralandığı, sakat kaldığı, topraklarından sürüldüğü ve dört kocaman imparatorluğun çöktüğü savaş, Ekim Devrimiyle son buldu.
Savaşa son veren Ekim proleter devriminin yaşayıp yaşamayacağı Avrupa’da, özellikle Almanya’da devrimin gelişimine bağlıydı. Troçki, bu gerçeği, daha iktidarın ele alındığı 28 Ekim tarihli Sovyet Kongresinde ilan etmişti. “Yalnızca iki olasılık var; ya Rus devrimi Avrupa’da devrimci bir hız yaratacak ya da Avrupa devletleri Rus devrimini yok edecekler.”[32]
Sonsöz
1917 Ekim Devrimiyle işçi sınıfı, Paris Komününün üzerinden tam 46 yıl geçtikten sonra, komüncülerin deneyiminden yararlanıp Rusya’da siyasal iktidarı fethederek komünarları selamlamıştı.
1870’te Fransa-Prusya savaşına “bu savaş bir hanedan savaşıdır” diyerek karşı çıkan komüncüler, 1871’in Martında iktidarı ele geçirmiş, burjuvaziyi kovmuş ve proletaryanın tarihte ilk kez bağımsız siyasi bir rol oynamasını sağlamıştılar. Burjuva devleti parçalayan, düzenli orduyu kaldıran, bürokratik yönetime son veren, devletin yerine kendi örgütlerini geçiren komüncüler; bir işçi devletinin ne olabileceğini, gelecek kuşak dünya işçi sınıfına miras bırakmıştılar.
Tarih, feodalitenin yerini alan burjuva demokrasisi ile burjuva demokrasisinin yerini alan proletarya demokrasisinin gelişimini Komün deneyiminde ortaya koymuştur. Komün iktidarından Ekim Devrimine kadar geçen 46 yıllık süre içinde kapitalizm, dünya üzerinde daha fazla gelişmiş, dünya ekonomisi tekeller düzeyinde yoğunlaşarak emperyalist sistemi doğurmuştu. Bu yıllar sınıf mücadelesinin daha açık bir hal almasını ve keskinleşmesini getirdi. Proletarya gerek sosyal gerekse siyasi olarak olgunlaştı, gelişti. Sınıf mücadelesinin bu keskinleşme döneminde savaş, 1871’de nasıl komünarları iktidara taşımışsa, Rus proletaryasının da siyasal iktidarı almasının önünü açmıştı. 46 yıl önce komünarların bıraktığı mirası Rus proletaryası devraldı. Burjuva devleti parçaladı, onun kurumlarını dağıttı, yerlerine sovyetleri geçirerek bürokrasiye son verdi, düzenli orduyu kaldırarak yerlerine silahlanmış işçi milislerini (kızıl muhafızları) geçirdi, fabrikalara el koydu, üretimi merkezileştirdi, devletle din işlerini ayırdı, kadının üzerindeki baskıyı kaldırdı ve kapitalist sömürü sistemine son verdi.
Fakat Rus devrimi genişleyemedi, Avrupa’daki devrimci ortamlar proletaryanın siyasal iktidarıyla sonuçlanmadı. İtalya’da işçiler önderliksiz kaldılar; Almanya’da üç kez ayaklanan proletarya, önderliğin yetersizliği ve yanlış tutumu sonucunda başarıya ulaşamadı; Macaristan’da önderliğin kendi yolunda yürümeyip sosyal demokratlarla birleşmesi sonucunda devrim boğuldu. Böylelikle Rusya’da işçi sınıfı iktidarı yalnız kalarak tecrit oldu. Yaşanan üç yıllık iç savaş, Rus sanayisinin alt yapısını tamamen dağıttı, devrime önderlik eden milyonlarca bilinçli öncü işçi iç savaşta öldü ve devrim içeriden, bürokratik karşı-devrimle boğuldu; proletarya siyasal iktidarı kaybetti.
Avrupa’da devrimlerin başarıya ulaşamamasının en önemli sebebi neydi? Tarih bunu, Bolşevik tipte bir partinin olmaması olarak yanıtlıyor. Yani artık şu soruyu sorabiliriz. Bolşevik tipte bir parti olmasaydı Rusya’da proletarya siyasal iktidarı ele geçirebilir miydi? Biz tarihi sonradan yargılayacak değiliz. Ama, sınıf mücadelesi tarihi bize eşsiz deneyimler sunuyor. Devrim için bütün ön şartların meydana gelmesi, devrimin nesnel zemininin oluşması, “devrim metot ve kanunlarını benimsemiş ve bunlara dayanarak hareket eden, ileri görüşlü ve azimli bir parti” olmadan proletarya kendiliğinden siyasal iktidarı fethedemez. Avrupa ve özellikle Alman devrim tarihi bunu gösterir.
Biz işçi sınıfı tarihinden öğrenmiş bulunuyoruz ki; l) proletarya içinde kök salmış, sendikaları kendi önderliği altına almış, sınıfın en devrimci, en fedâkâr kesimleri içinde örgütlenmiş, kararlı, disiplinli, kurmayları olan, saldırıya uğradığında dağılmadan ricat edebilecek kadar esnek bir yapıya sahip bir enternasyonal parti olmadan proletarya asla ve asla politik iktidarı fethedemeyecektir. 2) Devrim dünya devrimine genişlemedikçe, proletarya dünya ölçeğinde iktidarı ele geçirmedikçe, bir ülke ile sınırlı kalan devrim boğulacaktır ve bazen SSCB’de olduğu gibi garabet rejimler yaratacaktır. 3) Kapitalizmin anarşik doğasından kaynaklanan ve kendisini emperyalist savaş olarak açığa vuran paylaşım savaşı kapitalizm tasfiye edilmeden son bulmayacaktır. Savaşların son bulması kapitalist sisteme karşı açılacak bir savaşla, emperyalist savaşı işçi sınıfının burjuva düzene karşı savaşına çevirmekle ve işçi sınıfının dünyada iktidarı ele almasıyla mümkündür. Unutmayalım, Ekim proleter devrimi 85 yıl sonra hâlâ günümüze ışık tutuyor; yolumuzu aydınlatıyor.
Yaşasın tarihin ilk muzaffer proleter devrimi!
[1] Savaş devrimler için hep bir nesnel zemin oluşturmuştur. 1870 Fransa-Prusya savaşı Paris Komününe nasıl yol açtıysa, 1904 Rus-Japon savaşı da 1905 devrimine yol açmıştır. Nitekim 1914 savaşı da Şubat-Ekim devrimine yol açtı. Savaşın devrimlerin anası olduğunu bilen Lenin 1913’te şunları yazıyordu. “Avusturya ile Rusya arasında bir savaş devrim için çok yararlı bir şey olurdu. Fakat Fransız Joshep ile Nikoloşa bize böyle zevk lütfedeceğe benzemiyor.” (Bertram D. Wolfe, Devrimi Yapan Üç Adam, c.2, Kuzey Yay., 1985, s.271
[2] Troçki, Ekim Devriminin Öğrettikleri, Maya Yay., Şubat 1976, s.21
[3] Rus takvimi günümüz takviminden 13 gün geridir.
[4] Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak, c.3, Evrensel Yay., 1997, s.115
[5] Troçki, Rus Devriminin Tarihi, c.1, Yazın Yay., Ekim 1998, s.299
[6] Marcel Liebman, Rus İhtilâli, Varlık Yay., Ağustos 1968, s.156
[7] SDP’nin nasıl bir parti olduğunu iyi kavramak gerekir. Çünkü işçi sınıfına ihanet 1914’te birden bire ortaya çıkmış değildir. Daha 1891’de Bebel “Kredilere (askeri bütçe) karşı koymamız çok zor olacak” derken, aynı anlayış 1911 Fas krizinde de kendini gösterdi. Seçimler dönemine rastlayan krize ilişkin olarak, o zamanlar oportünist kanatta yer alan Molkenbuhr şöyle yazıyordu. “Kendimizi zamanı gelmeden bu gelişmeye bağlar ve Fas sorununun iç politika konularından daha öncelikli bir sıraya gelmesine olanak tanırsak, etkili seçim silahlarımız bize karşı kullanılabilir ve önceden kestirilmez sonuçlarla karşılaşırız... İç gelişmelerin ... arka plana atılmasına izin vermemeliyiz. Her köyde Fas sorunu üzerine vaazlar verirsek, olacak olan kesinlikle budur ama. Karşı-eğilimi kuvvetlendirmekten başka bir şey yapamayız o zaman”. (Peter Nettl, Rosa Luxemburg, c.2, Ataol Yay., Ekim 1991, s.26)
Burjuva düzen sınırları içinde hareket eden ve zamanla buna iyice alışan SDP’nin sendikalar üzerinde edindiği ayrıcalıklarla birlikte temel kaygısı seçimler olmuştu. Seçimlerde oy almak kaygısıyla hareket eden SDP’nin, burjuva devletle karşı karşıya gelmek işine gelmiyordu. Bu ise zamanla SDP’nin bürokratikleşmesine, işçi bürokrasisinin ve işçi aristokrasisinin SDP içinde etkin olmasına neden oldu. SDP devrimci bir parti olmaktan çıkıp, reformcu bir parti haline geldi.
[8] Lenin, Emperyalizm, Sol Yay., Haziran 1979, s.157
[9] Lenin, Seçme Eserler, c.5, İnter Yay., Haziran 1995, s.144
[10] Marcel Liebman, Rus İhtilâli, s.159
[11] Troçki, Ekim Devriminin Öğrettikleri, s.27 [düzeltilmiş çeviri]
[12] Troçki, age, s.28
[13] Troçki, Rus Devriminin Tarihi, c.1, s.295
[14] Troçki, age, c.1, s.301
[15] Troçki, age, c.1, s.357
[16] Troçki, Rus Devriminin Tarihi, c.2, Yazın Yay., Ekim 1998, s.57
[17] Troçki, age, c.2, s.21
[18] Lenin, Nisan Tezleri, Sol Yay., Şubat 1979, s.106
[19] Tarihte Kornilov’un öncüllerine birçok kez rastlamaktayız. 1848 devriminde Haziran günlerinde işçi sınıfını kılıçtan geçiren Cavaignac, Fransa’nın Cezayir’i sömürgeleştirmesinde halka ölüm saçmış ve üstün başarılar kazanmıştı. Burjuvazinin iktidarı işçi sınıfı tarafından tehlikeye girince, burjuvazi ve gerici güçler generali kıyıma çağırmaktan geri durmadılar. Bu tarihten sonra işçi sınıfının tarihte sosyal bir sınıf olarak bağımsız bir rol oynayacağı açığa çıktı. Burjuvazi tarihsel ilericilik misyonunu yitirdi ve tarihsel misyonu işçi sınıfı üstlendi.
[20] Marcel Liebman, Rus İhtilâli, s.291
[21] Troçki, Rus Devriminin Tarihi, c.2, s.280
[22] John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, Ağaoğlu Yay., 1976, s.55
[23] Lenin, Nisan Tezleri, s.211
[24] Lenin, age, s.249
[25] Kamanev ve Zinovyev 10 Ekimde Merkez Komitenin aldığı ayaklanma kararına katılmadıklarını açıklayan ve ayaklanmayı ifşa eden bir bildiriyi Novaya Jizn adlı bir gazetede yayınladılar. Akılları dumura uğratan bu açıklamaya Lenin çok sert tepki gösterdi ve ikilinin tutumunu ihanet sayarak onların Merkez Komiteden ve partiden atılmasını istedi. Aynı ikili Ekim Devrimi sonrasında karşı-devrimin baş kaldırdığı o amansızca mücadele günlerinde de görevlerinden istifa etmiş, devrime arkalarını dönmüşlerdi.
[26] John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, s.282
[27] John Reed, age, s.103
[28] Troçki, Rus Devriminin Tarihi, c.2, s.163
[29] Marcel Liebman, Rus İhtilâli, s.357-358
[30] John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, s.172
[31] John Reed, age, s.225-26
[32] John Reed, age, s.142