You are here
8 Mart ve Zehra Kosova
Yavuz Girgin
Kapitalizm tarihi boyunca dünyanın hemen her ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de kadın işçiler erkek işçilerle beraber sömürüye ve zulme karşı koydular. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinde, 77 1 Mayısında, 12 Eylül faşist darbesine karşı direnirken, Netaş Grevinde, 1989 Bahar Eylemlerinde, Zonguldak madencilerinin direnişinde, kamu çalışanlarının sendikal mücadelesinde.... Kısaca her daim kadın ve erkek işçiler kol kola kapitalizme karşı mücadele ettiler. Bu mücadele tarihinde Türkiye Komünist Partisi ve onun kadın militanlarının da önemli bir yeri var. Burjuva Kemalist diktatörlüğe karşı mücadele ediyordu TKP’li kadın işçiler. O mücadeleci kadın işçilerden biri de Zehra Kosova’ydı. Zehra Kosova bir tütün işçisiydi.
Tütüncülerin çoğu, “mübadele” sonucu Yunanistan’dan Türkiye’ye gelmişlerdi. İşçi sınıfına bağlılıkları ve mücadeleyi geliştirmede üstlendikleri görevlerle örnek olmuşlardı. Sendikal haklar, 8 saatlik işgünü, grev vb. haklar için daima ön plandaydılar.
“Biz daha Yunanistan’da iken Yunanlı işçilerle dayanışma içinde olarak katılmıştık harekete. Türkiye’ye göç edince de bu bilincimizi koruduk. Biz oldukça kalabalık bir gruptuk ve en az yüzde yirmi beşimiz bilinçli durumdaydık. Aileler de çok aktifti. Diyebilirim ki, en militan kesim tütüncüler içinden çıkmıştır. Ve işçi sınıfını bir dönem adeta biz temsil ediyorduk.” (Atilla Akar, “Eski Tüfek” Sosyalistler, Babil Yayınları, 2004 İstanbul, s.149)
1930’lu yılların başlarında yaklaşık 30 bin tütün işçisi vardı. Genellikle mevsimlik çalışıyorlardı. Kadın ve çocuk işçiler erkek işçilere oranla büyük bir çoğunluğu meydana getiriyordu. İstanbul, Bursa, Samsun, İzmit ve Düzce’de yoğunlaşmışlardı. Kış aylarında aileleriyle köylere gidip tarım işçiliği yapıyorlardı. Her mevsim yoğun sömürüye maruz kalıyor ve çoğunlukla karın tokluğuna çalışıyorlardı.
Tütüncüler arasında, Muammer Tamkan, Yaşar Beyazteke, Arif Nanak, Ahmet Taşkıran, Mustafa Özçelik, Tütün İşçileri Sendikası kurucusu İbrahim Atilla ve Zehra Kosova vardı.
Zehra Kosova, altı kişilik ailenin üçüncü çocuğu olarak 1910 yılında Kavala’da doğdu. Lozan Antlaşmasının ardından, Türkiye’deki Rumlarla Yunanistan’daki Türkler mübadeleye tâbi tutulmuşlardı. Kosova ailesi de bu zorunlu göç neticesinde Tokat’a yerleştirildi.
Zehra Kosova da, işçiler olarak pek çoğumuzun yaşamakta olduğu zorlukları fazlasıyla yaşadı. Biz işçiler kapitalizmin iğrenç yüzüyle daha çocukken karşılaşırız. Çocukluğumuz doyasıya yaşayamadan akıp geçer. Çoğunlukla aç, açıkta ve yoksulluk içinde yaşarız. Oyuna, eğlenceye doyamadan işçiliğe başlarız. Bu dönemde ailemizin içinde bulunduğu durum adeta bizim geleceğimizi de resmeder. Annemiz sıcak bir yemek için tüm gün didinir durur, işsizlik günlerinde tüm aile bir uçurumun eşiğine gelir. Zehra Kosova’nın satırları bunu yansıtıyor.
“Bizim evde bir tek babam çalışıyor dükkanda. Annem ev kadını, ağabeyim, halamın oğlu, ablam tütün işçileri... Babam da eskiden tütünde çalışıyordu. Kavala’da işten çıktıktan sonra berberlikte karar kıldı. Ancak o zaman Tokat’ta tütün işi yoktu. Mübadele ile gelenler birleşerek dilekçe verip, tütün işinin açılmasını istediler. Nihayet Tokat’ta bir tütün mağazası açıldı. İşveren Sıtkı Bey, ustabaşı ise Fehim Usta diye biriydi. Erkekler on, kadınlar ise ikibuçuk kuruş yevmiye alıyorlardı. Ancak bu para ile geçinmek zordu. Bir süre sonra tütün işçileri zam isteği ile işi bıraktılar. Bu grevdi ama yasal değildi. Grevde çatışma meydana geldi. İşçilerin içinde Bado Mehmet kasığından vuruldu. Kurşunu kapıcı Arnavut Osman atmıştı. İşyeri bir iki gün için kapandı. Fakat üçüncü günü ustabaşı Fehim mübadele muhacirlerinin gittiği kahveye gelerek, işçilere onbeş kuruş gündelik teklif etti. İşçiler bu teklifi kabul ettiler.” (Ben İşçiyim, İletişim Yayınları, 1996 İstanbul, s.17)
Zehra üçüncü sınıfa kadar okuduğu okulu bırakarak işçiliğe başladı. Babası ona işe alındığını haber verdiğinde “dünyalar onun olmuştu”. Küçük yaşta başladığı işçilik, onun sınıfsal çelişkileri çok daha derinden görmesini sağlamıştı. Yine iş bulduğu bir gün eve doğru koşarak giderken şunları düşünüyordu: “Çok sevinmiştim, soğuğu falan hissetmiyordum. Eve uçarak gitmek istiyordum. Hemen anneme müjdeyi vermek arzusundaydım. Sanki çoluk çocuk sahibi aile geçindiren bir kadın gibiydim, oysa benim yaşıtlarım okul okuyorlardı. Ama kimin çocukları? Varlıklı kimselerin, toprak sahiplerinin, yüksek memurların, subayların çocukları okuyordu. Şehirde emeğiyle çalışanların çocukları elbette ki okuyamıyorlardı. Hele ırgatların çocukları... Eve koşarak giderken hep bunları düşündüm. Kafama bir şeyler takılmaya başlamıştı. Ben niye okula gidemiyordum, niye hep çalışmak zorundaydım? Bu memlekette yanlış giden bir şeyler vardı, ama ne olduğunu pek bilmiyordum.” (age, s.38)
“Hayat Omuzlarımda Artık”
Biz işçilerin pek çoğunun gençlik yılları ailemizin, kardeşlerimizin sorumluluğunu yüklendiğimiz yıllar olur. Eğitim olanaklarımız kısıtlanmıştır ve pembe düşler çok çabuk son bulur. Kâh üç kuruş için çalışır, kâh işsizlik nedeniyle aylarca boşta kalırız. Ve hayata karşı, insanlara karşı, geleceğe karşı kimi sorular belirmeye başlar kafamızda. Bu durumda ne yapacağımıza en iyi örneklerden biridir Zehra Kosova.
Kosova ailesi 1930 yılında Erbaa’ya göç eder. 1931 yılının Mart ayında ise Zehra İstanbul’a, abisinin yanına çalışmaya gelir.
“Vapurdan indik ama, nasıl? Hamallar genç, ihtiyar, elimizdeki zembili taşımak için çırpınıyorlardı. Vapurun merdivenlerine giremeyen hamallar iplere asılıp vapura çıkıyorlardı. Ekmek parası için nasıl bir mücadeleydi bu, çok şaşırmıştım.” (age, s.45)
Biriktirdiği paralarla ailesine yol parası gönderir ve kısa bir süre sonra aile İstanbul’a taşınır. Kanser nedeniyle 1932 senesinde babası öldüğünde ailenin tüm yükü ona kalacaktır...
“Doktor bana üzülmememi, bundan sonra ailemin yükünü benim taşıyacağımı, aslında üzülmeye de pek fırsatım olmayacağını söyledi. Doğruydu söyledikleri, benim için hayat yeni başlıyordu.” (age, s.57)
“Hayat kendini başka bir biçimde göstermeye başlamıştı, zorluklar, geçim sıkıntısı vb. hayatımızın bir parçası haline gelmeye başladı. Haftalığımı aldığım gibi bir kuruşunu bile harcamadan anneme verirdim.” (age, s.59)
O dönem tütün işçilerini şöyle anlatıyor Kosova: “tütün işçileri kışın bakkala, öteye beriye borç yapıyor, yazın ise ödüyorlardı. Bazısı ise kışın köye gidiyordu.”
“Tütün işi bitti, işçilerin kimisi ayakkabı boyacılığı, kimisi Sirkeci’ye gidip hamallık yapıyor, kimisi bakkallardan borç bulup yiyor. Hayat ucuz ama, iş yok, para yok. Parayı kazanan köyde köy ağaları, şehirde de yeni türemiş cumhuriyet kapitalistleri, vurguncular; işçiler ise o fakirlik içinde sürünüyor, köy ırgatları da perişan, işte o yılların durumu... Hele tütün işçileri çok sefildi, anlatılmaz... Kışın boğaz tokluğuna çoluk çocuk köylere çalışmaya giderdi, yazın ise tütünlerin içinde bir odada hem çalışır, hem yerler, hem de yatarlardı. Çoğu zaman birkaç aile birlikte kalırdı. Şehirde ise kimin evinde fasulye tenceresi kaynıyorsa o insancıklar bahtiyar sayılırdı.” (age, s.60)
“1930-1933 senesinde bütün dünyada iktisadi durum çok kötü idi. İşçi sınıfı açlık, hastalık ve sefalet içindeydi. Fakir kitlelere bu felaket sanki bir inme gibi çökmüştü.” (age, s.61)
“İş aramak için her sabah bir dilim ekmekle, bir bardak sıcak su içip saat sekizde çıkar, akşam beşe kadar kapı kapı dolaşırdım. Yürümekten ayaklarımın altı sızlardı, aç açına eve dönerdim. Bir hafta değil, bir ay değil, böyle sürüp gidiyordu. Zavallı anacığım biriktirdiğimiz para ile bizi idare etmeye çalışıyordu. Kış başladı mı her gün bir okka kömür yakıyorduk, ama bana mısın demiyordu, yüzümüz biraz sıcaklık görüyor, sırtımız ise buz kesiyordu.” (age, s.61)
“Ama ben direnecek, hayatımı namuslu, emeği ile yaşayan bir insan olarak sürdürecektim. Bunda da kararlıydım.” (age, s.64)
“Hayata Bakışım Değişiyor”
Zamanla kimi şeylerin farkına varmaya başlarız. Çalıştığımız yerde düşük ücret alırız, hiçbir sosyal güvencemiz yoktur, en ufak hak arayışında kapı dışarı ediliriz. Bizim yaşadığımız yerler pis, bakımsız, çamur içindeyken, geceleri zifiri karanlıkken, zengin mahalleleri temiz, ışıklı ve asfalt yollarla kaplıdır. Onca lüks eşya, araç ve makinelere bakmakla yetiniriz... Kısacası fakirlikle zenginlik yan yanadır. Ve bir işçi genç, kendisine hep, “neden bizler hep fakir tarafta yer alıyoruz” sorusunu sorarak büyür.
“Ben o yıllarda olayları tamamen sezgilerim ve yaşadıklarımla kavrıyordum. Özellikle küçükken yaşadıklarım, değişen ekonomik durumumuz bazı şeyleri anlamama yardımcı oluyordu.” (age, s.71)
“Bütün bu açlık, yoksulluk, zor yaşama koşulları bana bir şeyler anlatıyordu.”
“Bu yıllarda bütün eğlencem okumaktı. Paydos saatlerinde, evde oturduğum günlerde gazete ve dergi okuyordum. Bazı şairlerin şiirleri de ezberimdeydi adeta. Ancak şunu itiraf edeyim ki, okuduğumu anlamakta güçlük çekiyordum. Ne de olsa eğitimim belli bir düzeyin üstüne çıkmamıştı. İşyerindeki kadın arkadaşlarımın hiçbiri okuma yazma bilmiyordu. İşçi arkadaşlarla işe giderken, eve dönerken birlikte oluyor, yolda konuşuyor, birbirimizin dertlerini öğreniyor, gerekirse ortak oluyorduk.”
“Bir keresinde kocası afla hapisten çıkmış olan komşumuz Zehra’ya neden her 1 Mayıs’a birkaç gün kala kocanızı tutukluyorlar, diye sormuştum. Bunu kocasına sorduğunu, o da kendisine işçilerin haklarını savunduğu için, böyle bir baskıya maruz kaldığını anlatmış. Ben ise mücadelemizin bir başka yanını daha kavramıştım adeta.” (age, s.75)
“İlk kez bir grev yaşıyorum. On beş gün sonra -çalıştığı mağazaya- bir İngiliz geldi. Hemen bir sipariş havadisi yayıldı. Üstelik İngilizler siparişi çok çabuk istiyorlardı. Ama ücretlerimiz çok düşüktü, bu paraya çalışmak, üstelik de siparişi yetiştirmek olağanüstü bir çalışma gerektiriyordu. İşçilerin arasında zam talepleri dolaşmaya başlamıştı, kulaktan kulağa isteklerini yayıyorlardı. Bir gün iş arkadaşlarımdan Ramazan bir şey söylemek ister gibi oldu ama tam olarak ne olduğu konusunda bir türlü açılamıyordu. Konuştum kendisiyle. Konu grevdi. Abi çekinecek ne var ki... sen demek ben demek, ben demek sen demek. Hepimiz biriz, aç kalırsak tümümüz aç kalırız. Sonra ben alıştım açlığa. Ertesi gün işçiler salona girdiler, ben de beraber yerlerimize oturduk, hiç kimsede çıt yok. Ben şaşırdım, hepimiz oturuyorduk. Ustabaşı salona girdi, baktı ki hiçbir işçi çalışmıyor. Hemen dışarı çıktı, patronun yazıhanesine gitti. Ne anlatmışsa anlatmış. Topal Bekir eksper ve müdür, iki de katip salona girdiler, hiçbir şey söylemeden müdür arkasından da ötekiler çıkıp gittiler. Topal Bekir aranızdan üç kişi seçin, benimle gelsin dedi. Hemen işçiler arasından üç kişi seçildi. Bunlar yazıhaneye gittiler. Yarım saat kadar sonra geldiler. 10 kuruş zam almışlar, bunu bütün işçilere anlattılar.” (age, s.70)
“O yıl yani 1933’te bu düzenin çarkının nasıl döndüğünü daha rahat anlamaya başlamıştım. Gün geçtikçe olaylar hakkında yaptığım yorumları daha doğru buluyor, bir süre önce kavramadığım konuları anlayabiliyordum. Bir süre önce anlamını bilmediğim 1 Mayıs’ın da ne olduğunu öğrenmiştim. O yıl bir Mayıs’ta işçilerin bazısı birbirine kırmızı karanfil ve gül verdi. Sokaklarda sabahın erken saatlerinde bırakılan bildirilerde 1 Mayıs’ın ne olduğu, tarihçesi anlatılıyordu. O sabah bildiriler sanki ağaçlardan dökülen yapraklar gibi dört bir yana saçılmıştı. “
“1934 yılında Beşiktaş’ta depoda çalışıyordum. Düzenli bir hayatım olmuştu. Evimize giren birkaç kuruş parayla da geçinip gidiyorduk. Bu arada ben toplantılara gidiyor, örgütsel çalışmalarımı sürdürüyordum. Birçok görev de yüklenmiştim. Bir yerde kendimi partili sayıyordum. Tütüncüler arasında hatırı sayılır bir örgütlenmemiz vardı. Ayrıca gizli sendikal örgütlenme çabamızı da sürdürüyor, işçiler arasında ekonomik mücadelenin önemli bir parçasını yerine getiriyorduk. Bunun kısa zamanda nasıl gerçekleştiğini anlayamamıştım.”
O yıllarda tütün işçileri arasında Nazım Hikmet’in şiirleri dilden dile dolaşıyordu. Bu şiirlerden biri var ki tütün işçileri için yazılmıştı. Ve birçok tütün işçisi bu şiiri ezbere biliyordu:
Her akşam yorgun işten dönerken
Görürdüm onu yolumda ben
Düşürmüştü gönlüme bir sızı
O üzüm gözlü işçi kızı
Ellerinde işten kalmış iz var
Tütün işlemiş o parmaklar
Allıksız yanaklarıyla ağzı
İzmir narı gibi kırmızı
O da işçi ben de işçi
Bir sınıfın evladıyız biz
Gaye uğruna verdik, el ele
Kızıl bir ufka gitmekteyiz.
Örgütlenmek, Sınıfımızın Bilinçli Bir Parçası Olmak...
Yaşadığımız, gördüğümüz, hissettiğimiz çelişkilere, sorulara karşı bir cevap ararız. Ancak kimseler bizlere gerçekleri anlatmaz. Ta ki sendikada, mahallede ya da işyerinde bilinçli, örgütlü bir işçiyle karşılaşıncaya kadar, ki o işçi dürüstçe, içtenlikle hakikatleri anlatmaktadır. Kendini ve yaşadığın toplumu değiştirmek için bilinçlenmek, örgütlenmek ve mücadele etmekten bahseder. 10 değil, 100 değil, 1000 yıl önce de vardı bu insanlar, bugün de var, yarın da var olacaklar. Zehra Kosova işçiler içinde böylesi insanlarla tanıştı ve sınıfımızın bilinçli bir unsuru oldu.
1934’ün son aylarında TKP tarafından eğitim için Rusya’ya gönderilir.
“Nereye gidiyordum? Ne için yapıyordum tüm bunları? Geride bıraktığım yaşlı bir kadın, annem ve on yaşında bir kız kardeşim vardı, ikisinin de benden başka kimseleri yok. Ama bu ülkede onlar gibi binlerce insan hatta daha kötü durumda olanlar vardı. Artık kafamda idealim, inançlarım ve insanlar için daha güzel bir dünya özlemi vardı.”
8 Mart 1935 Dünya Emekçi Kadınlar Gününde evlenir. İki yıl eğitim gördüğü Rusya’dan 1937 yılında geri döner.
Mücadele Dolu Yıllar...
Kapitalizm canavarına karşı mücadele etmek onurlu ancak zor bir iş. Kapitalizmin barbarca zihniyetine, ordu, polis ve silah gücüne karşı mücadele vermek gerekiyor. Gün gün, saat saat. Kendimizi, çevremizi sınıfımızı aydınlatmak, eğitmek ve örgütlemek gerekiyor. Tutuklamalara, soruşturmalara, işkencelere karşı dimdik ayakta durmak gerekiyor. Grevlerde, eylemlerde, mitinglerde ve diğer yerlerde görev almak, en önde olmak gerekiyor. Tüm bu onurlu mücadele kadın işçiler için on kat daha zor. Ve niceleri gibi Zehra Kosova da bu zorluklara göğüs gerdi, yılmadı, yenilmedi.
“Rusya’dan dönüşten iki hafta sonra bize Samsun’a gitmemiz gerektiğini söyledi. Bir hafta sonra Samsun’da tekelin tütün deposunda iş buldum. Samsun’da tütün işçileri arasında iyi bir örgütlenmemiz vardı. Biz de kısa bir süre içinde buradaki arkadaşları tanıma imkânı bulduk, birlikte toplantılar yaptık, tütün işçilerinin sorunlarını çözme yolunda mücadele ettik. Gerçekten buradaki şartlar çok kötüydü, işçiler arasında tam bir birlik yoktu, işveren istediği zaman istediği işçiyi işten atabiliyor, kimsenin sesi çıkmıyordu. Bu arada gizlice yürütmüş olduğumuz Müstakil Tütüncüler Sendikası’nın da örgütsel çalışmalarını yapıyorduk. Samsun’da onbir ay kaldıktan sonra yeniden parti tarafından İstanbul’a çağrıldık.”
“1940 yılına doğru savaş kapıya dayanmıştı. Bu yıllarda parti çalışmaları durmuştu. Savaş, tutuklamalar elimizi kolumuzu bağlamıştı. Ayrıca kadro sıkıntısı da vardı, dağınıklık her yere egemendi.
“Hayat bizim için her zaman acımazsızdı, ayrılıklar, yokluklar ve yoksulluklar başkasına değil sanki hep bize düşüyordu. Ama yine direnecektim. Eşim askerde, çocuğum kucağımda ve inandığım bir dava var önümde... Ama yine de mücadeleme devam etmeye söz veriyorum.”
Savaşın sonunda yeni bir dönem başlıyordu. İş bulmanın oldukça zor olduğu bu dönemde Zehra yine işsizdi. “Parti içindeki görevlerimi yerine getiriyor, mücadelenin üstüme düşen payından geri kalmıyordum” diye anlatıyor o günleri Kosova. Cemiyetler Kanununda yapılan değişiklikten sonra “sınıf esasına dayalı” cemiyet kurma yasağı kalkmış, böylece sosyalist partilere ve sendikalara serbestçe örgütlenme hakkı tanınmıştı. Bu durumdan yararlanan Dr. Şefik Hüsnü, 1946’da Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisini kurmuştu. Aynı yıl, yeni sendikalar da kurulmaya başlamıştı.
Tüm demokratikleşme söylemlerine rağmen, sendikaların ne olduğunu, sekiz saatlik iş gününü ve diğer sosyal hakları konu edinen bir broşür nedeniyle polis tutuklamalara başlamıştı. Ve dönemin en ünlü işkence merkezi olan Sansaryan Han dolup taşıyordu. Zehra Kosova da bu broşür nedeniyle tutuklananlar arasındaydı.
“Rüştü ve diğer polis sürekli vuruyorlardı. Bu sırada bazı kâğıtları imzalamamı istediler, ben reddettim. Daha sonra odaya giren iki polis beni yere yatırdı. Ayaklarımı kaldırarak, falakaya taktılar. Rüştü tekrar imzalayıp imzalamayacağımı sordu. ‘Hayır’ dedim. Cevabımı duyan polisler vurmaya başladı. Çok acı çekiyordum. Tekrar sordular, ben bağırarak ‘hayır’ dedim. Yeniden başladılar. Ama artık sayamıyordum. Bir, iki, üç, dört... sayamıyordum artık. Zaten sonrasını bilmiyorum, kendimden geçmişim. Beni sürükleyerek hücreme götürdüler, yere bıraktılar, öylece kalmışım. Kendime geldiğimde tabanlarımın patladığını, kan içinde kaldığımı gördüm.”
“Başarmıştım, direnmiş, polise teslim olmamıştım. Eve döndüğümde kollarım ve sırtımda çürükler oluşmuştu, ayrıca ameliyatlı olan kulağım da patlamıştı.”
“Cemiyetler Kanununun değişmesinden sonra 1946’da Ortaköy’de tütüncüler biraraya gelerek, İstanbul Tütüncüler Sendikası’nı kurdular. Bu sendika çok az yaşadı ama yaşadığı süre içinde bütün tütün işçilerinin sahip çıktığı bir kuruluş oldu. Yetkililer, polis yasal bir biçimde kurulmuş olan bu sendikayı dağıtmak için elinden geleni yaptı. Hiç unutmuyorum, sendikayı kuran arkadaşları Ortaköy’den Sirkeci Emniyet Müdürlüğü’ne kadar urganla bağlayıp, yürüterek götürdüler. Aralarında Seher Kerpiç adlı bir de kadın işçi vardı.”
1951 TKP tutuklamalarında Zehra Kosova da TKP üyeliğinden hapsedilir. On dört ay tutuklu kalır. Hapisten çıktığında yine işsizdir.
“TKP’nin önde gelen kişilerinin cezaları kesinleşmiş, çeşitli hapishanelerde yatmaya başlamışlardı. Tabii bunun arkasından sürgün cezaları vb. gelecekti. Ben de boş durmuyordum” diyen Zehra Kosova, 1954’te Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın örgütlediği Vatan Partisine girer. Bu partinin kurucularının çoğu zaten arkadaşıdır.
“1957’yi 58’e bağlayan gece polisler kapımı çalarak bir saatliğine karakola gelmemi buyurdular. Güldüm ve kızım Esma’ya sen bakma bunlar yarım saatliğine götürür, senelerce tutuklar dedim ve polis cipine binerek birinci şubeye gittik. … İşkenceler sonucu çok ağır kanama geçirdim. Ölmemi bekleyerek hücreye koydular. On altı ay hapiste kaldım.”
Yarınlara Miras...
“Bugün emekliyim. Henüz küçük bir çocukken bizi Yunanistan’dan getiren vapurun güvertesinde Ege’nin dalgalarını seyrederken, hayatın dalgalarının beni de bindiğimiz vapur gibi sallayacağını hiç düşünmezdim. Hele o dalgaların bütün bir ömür boyunca beni saracağını, inandığım bir davadan, uğruna mücadeleden hiçbir zaman kaçmadığım düşüncelerimden dolayı her zaman boğmak istediğini nereden bilebilirdim...
“Hayatım boyunca bir gün denizin durulacağını, fırtınanın dineceğini, benim gibi milyonlarca insanın sakin ve rahat bir hayata ulaşacağını düşündüm. İnsanların ezilmeyeceği, sömürülmeyeceği bir dünyanın özlemiyle yaşadım. Bugün de doksan yıla yaklaşan ömrümle aynı özlemi taşıyorum.
“Ben işçiyim, elimin emeğiyle bu ana kadar çalıştım, mücadele ettim ve yaşayabildim. Sosyalizm için kavga verdiğim, aç kaldığım, susuz kaldığım, işkence gördüğüm yıllar benim için en değerli yıllardı. O beni boğmak için üstüme gelen dalgalarla boğuşmak, onları altetmek, geleceğe, sömürünün olmadığı bir dünyaya inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki de...
“Bugün de işkence görenler var, bugün de inançları uğruna her şeyi göze alanlar var, bu sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede öyle. Daha henüz bir şey bitmedi, söylenecek son söz de söylenmedi. Belki ben ve benim gibi hayatının son basamaklarına dayanmış kişiler için noktayı koymak gerekir ama insanlığın tarihinde, işçi sınıfının mücadelesinde her zaman için yeni sayfalar açılacak ve buralara bizim gibi binlerce insanın hikâyesi yazılacaktır. (age, s.168)”
Yaşamıyla biz erkek ve kadın işçilere örnek oluşturan, mücadele azmi veren Zehra Yoldaş 18 Ağustos 2001 yılında, 90 yaşındayken aramızdan ayrıldı. O son nefesini verdiğinde, yarınki kuşaklara onurlu ve mücadele dolu bir yaşam bırakmanın mutluluğu içindeydi. Bize düşen de, yaşadığımız sürece baskılara, haksızlıklara, yalana ve zulme karşı durabilmektir. Yeryüzünün her köşesinde özgürlüğü, eşitliği ve mutluluğu hâkim kılmak için mücadele vermektir.
Genç kadın ve erkek işçiler! Sınıfımızın mücadele tarihi zengin mirasa sahip. Kapitalizme karşı verilen mücadelede nice onurlu insan, hayatı pahasına bu mücadeleyi yaşattı, yaşatıyor. Ve bu onurlu insanlar içinde kadın direnişçilerin daima özel bir yeri olacak. Sınıf bilinçli kadın işçiler kokuşmuş düzene karşı mücadeleye giriştiklerinde, korkudan, yılgınlıktan ve umutsuzluktan eser kalmıyor. Ve kadın işçiler mücadeleye katılmaksızın asla kazanamayacağız.
Yaşasın 8 Martları Yaratan Kadın İşçiler, Yaşasın Sınıf Mücadelesi!